28 Kasım 2010 Pazar

Bir Mesaj Vermek İstiyorsan Posta Kullan Mahsun!!


Başlıkta yazdığım, Hollywood'da ünlü bir vecizedir. Eğer filmleriniz de vermek istediğiniz tema'yı yani ana fikri, filme yedirememişseniz ve didaktik görünmeyi başaramıyorsanız bu vecize ile yani "Bir mesaj vermek istiyorsan posta kullan!" karşılaşırsınız. Mahsun Kırmızıgül, maalesef yönetmenlik kariyerine başladığından beri, halkı eğitmek, insanları bilinçlendirmek gibi, kendine bir misyon belirlemiş durumda. Adeta bir "Başöğretmen" tavrı sanki. Verdiği mesajların basitliğini ve herkesin az çok bu tür mesajları bildiğini kabul etmeden, "Bu mesajları kimse bilmez, millet sanki gündem mi takip ediyor ki?" gibi bir ukalaca bir tavrın içine girerek yapıyor bunu da. Yanlış anlaşılmasın, kendisinin Sinema Sanatını, yapmak adına verdiği gayreti ve samimiyetine inanıyorum. Ama insanları eğitmek gibi, Sinema'nın ilk dönemlerinde kullanılan ve halen maalesef örneklerine sadece demir-perde ülkelerinde rastladığımız türden filmleri, ısrarla çekmesine bir anlam veremiyorum.  Kırmızıgül'ün, bu kadar çok tema'yı işlemesini bir kenara bıraksak ve mesajları filme güzel bir şekilde yedirdiğini görsek neyse, o kadar da kusur olur diyeceğiz. Ama yok. Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm filmlerinde, bu tür problemlerin hepsi vardı ve New York'ta 5 Minare'de bu durumdan üstüne düşeni fazlasıyla alıyor. Birde, yukarıda dediğim gibi bu mesajlar, böyle sığ ve basit olmasa, "Hadi insanlar olayları birde böyle görsün, olaylar hakkında biraz daha farklı düşünebilirler" diyebiliriz. Ama maalesef durum hiç iç açıcı değil. Örneğin New York' ta 5 Minare'den hemen bir örnek verelim. Mustafa Sandal'ın oynadığı polis karakteri, Amerika'ya adımını atar atmaz bir FBI ajanı ile Amerika'nın dış politikasını eleştiren bir tartışma içine giriyor ve "Nedense demokrasiyi petrol olan ülkelere götürüyorsunuz." gibi bir laf ediyor. Gerçekten bunu hiç sinema'da duymamıştık sevgili Kırmızıgül. Yaklaşık 10 senedir Muhalif Amerikan Sineması, filmlerinin içine gayet iyi bir şekilde yedirerek, bir fiil bunu söylüyor. Verdiğin mesajların bu kadar sırıtmasına ve rahatsız edici bir boyuta gelmesinin ne anlamı var? Tabi bu nokta da, bir Türk Polisi'nin, FBI'ın  bir sorumlusu ile ayağını Amerika'ya basar basmaz böyle bir tartışma içerisine girmesi ise ne kadar inandırıcı bir durum, siz karar verin. İnandırıcılık demişken, filmin bir başka problemi de burada karşımıza çıkıyor. Türk Polis Teşkilatı, İnterpol ve FBI' yı kandırmak, hatta FBI gibi bir kurumun elinden, "İyilik timsali gibi görünen bir hocayı" kaçırmak ne kadar inandırıcı bir durum bilemiyorum. Hem Haluk Bilginer'in oynadığı "Hacı" karakterini, kimseye zararı olmayan biri olarak tanıtacaksın, hemde hocanın müritlerine, FBI'ın elinden, hocalarını silah zoruyla kaçırtacaksın. Gerçekten ilginç.
Filmin işçiliği ve oyuncuların performansına gelecek olursak. İşçilik konusunda her ne kadar Mahsun Kırmızıgül temiz bir iş çıkartsa da, halen Sinema Sanatı'nın  saf görsellikten çok "Sinema Duygusu" denilen kavram ile yaratılan görselliğin, iyi filmler ortaya çıkarttığını bilmiyor. Kırmızıgül'ün,  Sinema'nın sadece "Etkileyici sahne çektim ben oldu" ile olamayacağını, etkileyici sahnelerin filmin hikayesini ve bütününe bir hizmeti yoksa bir anlamı olamayacağını anlaması gerekiyor. Allah aşkına, tamam güzel bir zikir sahnesi çekmişsin de bunun Amerika da ki olayla ne ilgisi var? Veya Ülkücülerin yemin ettiği sahne ile sanki 80'ler de geçen bir durum varmış gibi bir olay yaratılmasının ne gereği var? Bu sahnelerde Mahsun Kırmızıgül'ün ne düşündüğünü gayet iyi anlayabiliyorum. Evet bu yukarıda söylediğim sahneler, gerçekten etkileyici ve güzel çekilmiş. Ama sadece etkileyici sahne çekmekle sinema yapılmıyor. Etkileyici sahneler iyi sinema yapmaya götüren bir araçtır sadece. Filmin kurgusunu ise, haliyle akıcı bir zemine oturtmaya çalışmış Kırmızıgül. Lakin, kurgunun akıcılıktan çok kaygan bir zemine oturduğu ve seyircinin olayları hazmetmesine izin vermeden devam ettiği için izleyici olarak filmin akışından rahatsız olduğumu söylemeliyim. Ayrıca "New York'u bir daha zor buluruz, bütün binalarını uzun uzun, seyirciyi sıkarak" çekelim olayı nedir yani? Filmin en büyük sorunu bu noktada işte, maalesef hiçbir bütünlük yok. Hatta Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm kadar bile bir bütünlük yok. Oyunculuklar ise genel manada iyi diyebiliriz. Tabi Haluk Bilginer'in ve Danny Glover'ın " Bitse de gitsek " tadındaki oyunculuklarını saymaz isek. Bu iki oyuncu öyle usta oyuncular ki, bu filmde bile karakterlerini tam manası ile sevemeseler de ve gerçek performanslarını ortaya çıkaramasalar da iyi oynamışlar diyebiliriz. Robert Patrick, Gina Gerson ve Mahsun Kırmızıgül ,Mustafa Sandal ve diğer oyuncular da, üstlerine düşen payı, fazlasıyla yapmışlar. Yalnız bu nokta da Hacı'nın annesini oynayan Suna Selen için bir parantez açmalıyız. Suna Selen, son zamanlarda Türk Sineması'nda ki en iyi performanslardan birini sergiliyor dersek, herhalde abartmış olmayız.  Karakterini severek ve isteyerek oynadığı her halinden belli. Velhasılı, Mahsun Kırmızıgül, ilk filmi olan Beyaz Melek'ten daha da geri gitmiş. Ayrıca filmi yere göğe koyamayan, " Mahsun, Hollywood'a hükm ediyor" diyen şakşakçılarada iki çift lafım var. Kimsenin zevkine bir şey diyemem ama filmi salonda izleyen seyircilerin ve çevremde filme gidenlerin tepkisine bakarsam, herkes filmin Mahsun'un önceki filmlerinden daha da  geriye gitmiş olduğunu söylüyor. Konuştuğum kişilerde öyle Mahsun Kırmızıgül'e burun kıvıran insanlar değiller. Önce ki filmlerini çok beğendiğini söyleyen insanlar. Lütfen beğendiğinizi belirtirken abartmayın. "Mahsun Kırmızıgül'ün yaptığı filmleri beğeneceğim, farklı olacağım" gibi bir çabaya girmeyin. Halbuki ben tam tersini beklerdim ama filmi beğenmeyen basın mensuplarını resmen "Elitizm" ile suçlayarak, çarmıha geriyorlar. Lütfen, insanların zevkine ve beğenisine laf söylemeyin. Sizin bu filmi beğenmeye hakkınız olduğu gibi, bizim de bu filmi beğenmeme hakkımız var.

Kurban Bayramı'nın Ardından


Maalesef yine gecikmiş bir yazı. Bayramın üstünden neredeyse 1.5 hafta geçti ama ben bayram hakkında daha yeni yazabiliyorum. Şöyle ki, bayram ertesinde vizelerin olmasından dolayı, bayram tatilini ders çalışarak ve akraba ziyaretleri ile geçirmeme neden oldu. Bu yüzden "ha şimdi, ha yarın bloglayacağım" derken, aradan 1.5 hafta geçti. Güya Mahsun Kırmızıgül'ün New York'ta 5 Minare filmine eleştiri yazacaktım. Kısmet bugüneymiş.  Neyse herkesin geçmiş bayramı mübarek olsun diyelim de işi biraz toparlamış olalım. Bu bayram, gerçekten uyuz olduğum ve  artık herkese kabak tadı vermiş olan "Nerede o eski bayramlar?" muhabbeti pek çevirilmedi. En azından ben pek duymadım. Her bayram, istisnasız yapılan bu muhabbetin nedenini 2 sene önce yine bir Kurban Bayramı'nda fark etmiştim. Bu muhabbeti maalesef, genellikle yaşını başını almış sevgili basın duayenlerimiz yapıyorlar. Nedeni de artık yaşlanmış olmaları, gençlik dönemlerini ve tabi ki o zaman aileleri ile geçirdikleri zamanları özlemelerinden kaynaklanıyor. Yani bir bakıma hayattan göçüp gidecek olmanın sessiz bir  çığlığı bu durum. Durumun böyle olduğundan neden mi bu kadar eminim. Şöyle ki, hayatımda geçirdiğim,  15 yıllık bütün bayramları az çok hatırlıyorum ve hepsinde de aynı söylemler dönüyordu. Bu durumu, babama sorduğumda o da 30 yıldır bu muhabbetin döndüğünü söylüyordu. Eminim ki 50-60 yıl öncesine gitsek, yine aynı olay karşımıza çıkardı. Sevgili Basın Duayenlerimiz, bayramlar değişebildiği kadar, değişiyor. Yani zamana göre. Yoksa eski bayramlardan çok da bir farkı yok. He belki insanlar daha çok tatile gidiyor bayramlarda, tebrikler mesaj ile yapılıyor daha çok belki. Yani boşuna kasmaya gerek yok, ömür tükendikçe, herkes geçmişi anar. Lütfen bunu bayramlarla yapmayalım, çünkü gerçekten sıktı. Bu bayram, tatilin ne olduğunu pek anlayamadığımdan ve ardından vizeler olduğundan, kendime biraz izin vermeye karar verdim. Yani bu hafta blog'a bol bol bir şeyler karalayabiliriz.

7 Kasım 2010 Pazar

Neden LostinDark ve Penslinger?

Sanırım, blog'un ismini neden LostinDark-Penslinger koyduğumu, işin başında açıklasam iyi olacak. Öncelikle isim koyma kısmına geldiğinde çok fazla düşünmediğimi söyleyeyim. İtiraf etmem gerekirse, LostinDark  bir blog için  bana hayli havalı bir isim gelmişti :) Bu yüzden çok düşünmeden bu ismi verdim. Öte yandan blog'un ismini koymadan önce de aklıma gelen ve beynimi kurcalayan, bir kavramdı benim için LostinDark. Şöyle ki, LostinDark direkt çevrildiği, anladığınız gibi "Karanlıkta Kaybolmak" manasına geliyor. Ve şu dünyada var olmak, yaşamak bana son zamanlarda,  gecenin zifiri  karanlığında yoluna devam etmek zorunda olan çaresiz bir insan gibi hissettirmeye başlamıştı. Sürekli olarak, ışığı arayan ama çoğu zaman yolunu şaşıran ve kaybolan bir insan gibi. Ama sonrasında bütün insanların aynı durumda olduğu gerçeğini fark ettim. Sanırım, bu karanlıktan çıkış ve aydınlığa tam manası ile ulaşma ancak emri hak vaki olunca gerçek olacak. Yani bana göre, insanoğlu şu dünyada hayatını devam ettirdiği müddetçe, ölümün sırrına varamadığı sürece hep karanlıktadır. Çünkü insanoğlu(en azından büyük bir çoğunluğu) hep aynı soruları sormuşlardır; nereden geliyorum? nereye gidiyorum? veya en kısa haliyle neden?  Tabi insanlar yolunu aydınlatmak için, zaman içinde çeşitli yollara başvurmuştur. Kimi din ile kimi ideoloji ile kimi de bilim vs. ile yoluna ışık tutmaya çalışmıştır. Tabi dediğim gibi, tam manası ile aydınlanmak için ölümün o büyük sırrına ermek gerekiyor. Bu arada yanlış anlaşılmasın,  tam manası ile aydınlanmak için acelem yok :) Neyse ki bende, yukarıda yazdığım soruların açıklamasını yapan bir şeye sıkı bir şekilde bağlanmaya çalışarak yolumu aydınlatmaya çalışıyorum. Yoksa büyük bir bunalımın içinde bulurdum kendimi. Neyse lafı çok uzattım, kısacası kafamı kurcalayan bir kavram olduğu için LostinDark koydum. Penslinger'a gelirsek, kelime anlamı "Kalemşor" olan bu kelimeyi, çok sevdiğim yazar Stephen King'den çaldığımı hemen itiraf edeyim. Üstat bu kelimeyi, olağanüstü eseri "The Dark Tower" da ( Kara Kule Serisi) defalarca, kendisinden bahsederken kullanmıştı. Kendisinden bahsederken mi diye şaşırdığınızı biliyorum. O zaman hemen küçük bir spoiler veriyim; Kitabın kahramanlarından birisi bizzat Stephen King'in kendisi. Önümüzde ki haftalarda King'in bu harika eserini, kısmetse tanıtmayı düşünüyorum.

5 Kasım 2010 Cuma

MERHABA

Gecenin bu saatinde herkese merhaba. Maalesef okuldu, arkadaşlarla takılmaydı, üstüne birde gece 00.30 seansı sinema idi derken, ancak bu saatte bloglamaya başlayabildim. Halbuki daha erken başlayacağımı düşünmüştüm. Neyse kısmet böyleymiş. Maalesef saat gece 3.30'u geçtiği ve yorgun olduğum için çok uzun tutamayacağım. Öncelikle blog'un ilk yazısında şunu sizlere belirtmeliyim ki, bu blog tamamen kişisel bir blog olacaktır. Yani belli bir konu üzerinden bu işe devam etmeyeceğim. Aklıma ne eserse onu yazmaya çalışacağım. Ama sinema sanatının blog'da önemli derecede yer işgal edeceğini şimdiden söyleyeyim. Hah sinema demişken aklıma geldi, gece 00.30 seansında, Mahsun Kırmızıgül'ün New York'ta 5 Minare filmine gittim. Film hakkında önümüzdeki haftalarda uzun bir eleştiri yazısı yazacağım. Şimdilik sadece şunları söyleyebilirim; Mahsun Kırmızıgül, kesinlikle pazarlamayı çok iyi biliyor. Kırmızıgül'ün, ticari bir zekaya sahip olduğu  ve iyi bir halkla ilişkiler uzmanı ile çalıştığı da  kesin. Ayrıca fragman yapmaktan da anladığı aşikar. Lakin, sinema sanatının inceliklerini ve kurallarını öğrenmesi, anlaşılan baya bir uzun sürecek. Herkese iyi geceler!