27 Aralık 2010 Pazartesi

Hüznün Arifesinde

Yine kalbim sıkışmak üzere, yine ellerim titremek üzere, yine ruhum parçalara ayrılmak üzere, yine arka planda Deep Purple'den Soldier Of Fortune çalıyor, yine başka dünyalara gitmek istiyorum. Klasik bir hüznün arifesi benim yaşadığım.  Ah şu lanet geleceği görebilseydik... O zaman her şey çok kolay olurdu!! Acaba? Hayat, anlamlarından birini kaybetmez miydi?  İnsan kısacık ömründe, sadece bir kaç kere gördüğü kişiye aşık olabilir mi? Veya onun doğru kişi olduğunu bilebilir mi? Yine Allahın belası hormonlarım, beynim veya ne haltsa bana oyun mu oynuyorlar yoksa? Belkide  yalnızlığım o kadar tahammül edilemez bir hale geldi ki, artık her şeye razıyım... Bilmiyorum.... Kendimi dışarı atmam lazım... Bir an önce.... Sigara içmem lazım... Dumanını dertlice içime çekmem lazım... Acilen içmem lazım o Allahın belası şeyi... Tekrar, tekrar, tekrar... Çünkü, üstad Necip Fazıl'ın dediği gibi, "Bir tek o benim için yanıyor"....

25 Aralık 2010 Cumartesi

Diziler

Son üç yıldır, sinemanın beni sürekli tatmin edememesinden dolayı kendimi dizilere ve animelere verdim. Hayli fazla dizi ve anime takip ettiğim için, blog'u takip edenlerin faydalanması için bu haftayı bu iki konuya ayırmak istedim. Biraz elitist bir tavır olarak kabul edeceğinizi bilerek, izlediğim dizilerin yerli diziler olmadığını şimdiden söyleyeyim. Zira "Ezel" haricinde herhangi bir yerli dizi takip etmiyorum. Takip ettiğim dizilerin hepsi Amerika kökenli.  Amerikan Kanalları, son bir kaç yıldır yaptıkları dizilerle, Televizyonu altın çağına kesinlikle geri döndürdüler. Çünkü yapılan dizilere bakıyorum da, Hollywood Sinemasının son yıllarda yaptığı bir çok şeyden daha ilginç ve yaratıcı. Üstüne bir de dizilerin haliyle filmlerden uzun sürmesi eklenince, dizi izlemekten alınan keyif tadından yinmez bir olaya dönüşüyor. Anime olayına ise, dizi tanıtımından sonra başlayacağım. Öncelikle itiraf etmeliyim ki bende Türkiye'de ki bir çok kişi gibi ciddi manada toplu olarak dizi izlemeye Lost  ile başladım. Bitmiş bir dizi olduğu ve herkes az çok duyduğu veya izlediği için tanıtımına hiç girmeyeceğim. Sadece ilk 3 sezonunu toplu bir şekilde izlemekten müthiş bir keyif aldığımı söyleyeyim. Ve bu noktada dizileri toplu halde izlemenin harika bir şey olduğunu keşfettim. Düşünsenize, gelecek haftayı beklemek yok, reklam yok. Hele de dizi aralarında ki reklamların delirttiği bir Türk için bulunmaz bir nimet. Lost'u izlediğim aynı dönemlerde bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Prison Break'e başladım. Ardından ise bir çok dizi çorap söküğü gibi gelmeye başladı. Çünkü artık kendime hakim olamıyordum. İlla ki programımda bir dizi olmak zorundaydı artık. Bu arada yukarıda Lost ile ilgili kısımı merak ettiğinizi biliyorum. Evet, 6 sezonluk dizinin sonu, her ne kadar çok tatmin edemese de, Lost benim gözümde halen Tv tarihinin en iyi dizilerinden biridir. Neyse lafı daha fazla uzatmayalım da dizi tanıtımlarına geçelim;

Prison Break: Lost kadar popüler kültür öğesi haline gelmese de, en az onun kadar başarılı olmuş ve izlenmiş bir dizi. Olaylar, abisinin suçsuz olduğuna inanan Michael Scofield'in, idama mahkum olan abisini hapisten kaçırmak için hapse girmesi ile başlıyor ve sizi 4 sezonluk, kimi zaman işleyiş olarak biraz düşse de, müthiş bir yolculuğa çıkartıyor. Kesinlikle izlenmesi gereken bir dizi. Dizi geçen sene bitti.

Terminator: The Sarah Connor Chronicles : İkinci ve üçüncü film arasından boşluğu doldurmak üzere yola çıkan dizi bizlere, müthiş bir 2 sezon sundu. Ve maalesef,  Fox kanalı, diziyi reytingsizlik yüzünden kaldırdı. Hem de hikayenin en merak uyandıran kısmında. Diziyi böyle bitirmeleri, benim üzerimde müthiş bir yıkıma neden olsada, diziye başladığımdan dolayı hiç pişman olmadım. Yalnız Terminator hayranlarına tavsiye ederim. Terminator sevmeyen bulaşmasın.

How I Met Your Mother: Her ne kadar, Friends gibi bir efsane olmaya kat etmesi gereken yol çok olsada, son yıllarda Amerikan kanallarındaki en başarılı sit-com diyebiliriz. Hikaye, 2030 yılından Ted Mosby' nin çocuklarına, anneleri ile nasıl tanıştığını anlatması ile başlıyor. Dizi Amerika'da popüler olduğu gibi, Türkiye'de de hayli kalabalık bir hayran kitlesine sahip durumda. Eee haksız da sayılmazlar, çünkü Ted Mosby'nin maceralarını izlerken, kimi zaman gülmekten yerlere yatacaksınız. Hele ki Barney'i izlerken. Komedi sevmeyenler hariç (o nasıl bir insan modeli ise artık) herkese şiddetle tavsiye ederim. Dizi 6. Sezonunda ve söylenenlere bakılırsa, en az 2 Sezon daha devam edecek.

Heroes: Güzel bir şekilde başlayan, sonra yavaş yavaş içine edilen bir dizi. Hikaye, evrimin son halkası olan bir grup özel güce sahip insanların yaşadıkları, maceraları konu alıyor. X- Men'in Tv dizisi versiyonu gibi bir şey işte. Açıkçası diziye müthiş bir zevkle başlamıştım, çünkü X- Men en sevdiğim çizgi romanlardan birisidir. Her ne kadar Heroes, X- Men'in hikaye bakımından yakaladığı derinliği yakalamaktan son derece uzak olsada,  X-Men'e benziyordu. Ve diziyi 3. Sezonun yarısına kadar, bir çok sorunu olsada, zevkle izlediğimi söyleyeyim. 4. Sezonda, dizi her ne kadar toparlamaya çalışsa da, bunda pek başarılı olamadı ve 4. Sezon bittikten sonra, dizi düşük reytinglerden dolayı kaldırıldı. X- Men ve benzeri hikayeleri sevenlere tavsiye edilir.

Flashforward: Yine, ilk sezonun sonunda, düşük reytinglerden dolayı, yayından kaldırılan bir dizi daha. Bu arada, bu Amerikan izleyicisi harbi den aptal. Desperate Housewives, Smallville gibi diziler bilmem kaç sezon devam ederken, Flashforward gibi bir dizi yayından kaldırılıyor. Gerçekten anlamak çok güç. Yine de izlenmesi gereken bir dizi Flashforward. Dizi, dünyada ki bütün insanların 126 saniye kadar, kendileriden geçerek bayılmaları ve ardından gelişen olayları anlatıyor.


Blue Mountain State: Diziyi her ne kadar bitirmesem de ve hafta hafta takip etmesem de, dizi hakkında yeterli bilgiye sahibim diyebilirim. Dizi şu anda 2. Sezonunda ve bütün hızı ile devam ediyor. American Pie' ın dizi versiyonu dersem, herhalde diziyi açıklamak için yeterli bilgi vermiş olurum. Dizi, bir üniversite futbol takımının etrafından dönen son derece komik olayları anlatıyor ve üniversitedeki çılgın partileri, uyuşturucu ve seks' i de ön plana  çıkartarak anlatıyor. Tabi diziyi, 18+  erkek izleyiciye tavsiye ettiğimi hemen söyleyeyim. Çünkü, erkeklerin daha çok cinsel maceralarını anlattığı bir dizi, ne kadar bayanların hoşuna gider bilemiyorum. Ayrıca dizi de şu anda, bayan izleyicinin kendisine yakın bulabileceği, güçlü bir bayan karakter yok.


Fringe: Kesinlikle en sevdiğim ve izlerken sanki kutsal bir iş yapıyormuş gibi ciddileştiğim yegane dizilerden biri. Konusu hakkında pek bir şey yazmak istemiyorum. Çünkü sadece "izleyin" demek istiyorum. Gerçekten çok keyif alacaksınız. Zaten diziyi Lost'un da yaratıcısı olan J.J. Abrahams yapıyor. Dizi her ne kadar günümüzde geçse de, konsept olarak Bilimkurgu türüne ait. Bilim' in bütün uç noktalarının işlendiği dizi gerek hikayesi ile gerekse işlenen olaylar ile ağzınızı açık bırakacak nitelikte. Dizinin bilim ile ilgili işlediği konular bakımından, paralel evrenler mi, zaman yolculukları mı, yoksa ışınlanma mı istersiniz? Dizi şu anda 3. Sezonunda. Kesinlikle başlayın. Pişman olacağınızı pek sanmıyorum. Yalnız dizinin Amerika'da düşük reytingler de gezdiği ve yayından kaldırılma olasılığı da forumlarda konuşulan ihtimallerden biri. İnşallah böyle bir şey olmaz. Çünkü gerçekten, böyle bir şey olursa ağlarım, depresyona girerim.



True Blood : Her ne kadar ilk sezonun ardından bir patlama yaşayıp efsane dizilerden biri olamasa da, yeryüzünde ki en iyi vampir hikayelerinden birini anlatan bir dizi True Blood. Dizi, vampirlerin kendilerini dünyaya ilan ettiği ve akabinde olan olayların etrafında olan bir vampir ile bir insanın aşkını anlatan bir dizi. Tabi Twilight'ın dizi versiyonunu izlemek isteyenler hemen uzak dursun. Çünkü dizi " Aşk " kavramını tema alan bir dizi değil. Dizi, daha çok vampirler üzerinden, ırkçılığı, ayrımcılığı ve kökten dinciliği eleştiriyor. Tabi işin içine bir çok fantastik yaratıkları da katıyor ve entrikalarla çevrelenen bir hikaye anlatıyor. Dizi, geçen yaz 3. Sezonunu tamamladı ve 4. Sezon da önümüzde ki yaz gelecek. Yalnız diziyi, gerek cinsellik ve şiddet sahneleri yüzünden +18 izleyiciye tavsiye ederim.

Supernatural : Her ne kadar 6. Sezonda biraz ivme kaybetse de, yine de en sevdiğim dizilerin başında geliyor. Kesinlikle gözüm kapalı tavsiye edeceğim dizilerden biridir yani. Konusunun detayına pek girmeyeceğim ama dizi 1. Sezonda basit sayılabilecek bir şekilde başlıyor ve gittikçe yukarılara doğru tırmanıyor. Belki ilk bölümlerde çok hoşunuza gitmeyecek ( benim gitti gerçi ama ) ama diziye biraz zaman tanıyın. İlk sezonun bir 10 bölümünü izleyin bir önce. Ondan sonra karar verin. Dizinin konsepti ise, aklınıza gelebilecek her türlü şehir efsanesi, yaratığı getirin daha sonra üstüne mitoloji ve din katın, ortaya Supernatural çıkar. Pişman olacağınızı hiç sanmıyorum. Ayrıca, TV tarihinin belki de en efsane karakterlerinden biri olan Dean Winchester'ı da bu dizide tanıyacaksınız.

Spartacus: Blood And Sand : Bir çoğunuzun bu diziyi ordan burdan çok fazla işittiğinizi biliyorum. Evet Spartacus, abartı şiddet sahnelerinin olduğu ve kimi zaman pornografiye kayan bir dizi. Ama bu öğeler dizinin kaliteli olmasını engellemiyor. Aksine ortamı daha da şenlendiriyor. Spartacus bilindiği üzere,  (Roma İmparatorluğu dönemi) tarihteki ilk köle isyanını başlatan  kişi. Hatta Karl Marx'ın onun için "O benim kahramanım" dediği söylenir. Dizi Spartacus'u  Trakyalı basit bir askerken, Romalılar tarafından esir alınışını ve Gladyatör okulundan bir efsane olmasını anlatıyor. Daha doğrusu ilk sezon bunu anlatıyor. Benim gibi tarihi dizileri, özellikle Gladyatörlerin sandalet ve kılıç gösterisini seviyorsanız, Spartacus sizin için bulunmaz bir nimet.  Maalesef, dizinin 2. Sezonu şu anda muallakta. Çünkü dizinin başrol oyuncusu Andy Whitfield, kanser hastalığı ile mücadele ediyor ve dizi den ayrıldığını açıkladı. Dizinin 2. Sezonu belli olmasa da, dizinin önemli karakterlerinden olan ( benim en sevdiğim) Batiatus karakterini işleyen mini bir dizi yılbaşından sonra başlayacak.

Boardwalk Empire:  En son gözdelerimden biri. Martin Scorsese ve Mark Walhberg'in yapımcılığını yaptığı dizi, efsane Sopranos dizinin yaratıcılarının elinden çıkma. 1920'li dönemde başlayan dizi, New Jersey şehrinde ki Atlantic City'i çok uzun zaman kontrolünde tutan şehrin haznedarı Enoch L. Johnson' ın gerçek hikayesine anlatıyor. Tabi bunun yanında dönemin yeni yeni yükselen yıldızı Al Capone' u, ayrıca o zamanlar New York'un sahibi kabul edilen Arnold Rothstein'in, Lucky Luciano ve Johnny Torrio gibi dönemin ünlü Mafya babalarının hikayelerini de dizide görmek mümkün. Dizinin ilk bölümünü usta yönetmen Martin Scorsese yönetmiş. Ayrıca dizinin oyuncu kadrosu da tek kelime ile "inanılmaz". Kimler yok ki? Usta oyuncu, Steve Buscemi, Michael Pitt, Kelly Macdonald ve Michael Shannon gibi Hollywood'un kariyer sahibi oyuncuları yer alıyor. Dizinin ilk sezonun geçen haftalarda bitti. 1920'li dönemleri, özellikle mafya hikayelerini sevenler kaçırmasın.

Not: Bu bölüm haddinden fazla sürdüğü için Anime tanıtımını başka bir zamana bırakıyorum. Ayrıca daha listemde olan, ama daha izleme fırsatını  bulamadığım bir çok dizi var. İzledikçe onları da yazacağıma emin olabilirsiniz.





19 Aralık 2010 Pazar

3D Gerizekalılığı

Bana belki geri kafalılık yapıyorsun diyebilirsiniz ama ben halen sinema da 3D olayına karşıyım. Geçen sene James Cameron'un sanki yeni bir şey gibi pazarlayarak, hayatımıza soktuğu 3D teknolojisi, biraz ağır kaçacak ama, tüm gerizekalılığı ile devam ediyor. Tamam, hakkını yemeyelim, James Cameron, Avatar'da gerçekten görsel ve işitsel bir dünya yaratmıştı. Ve 3D teknolojisi bu dünyayı çok güzel tamamlıyordu. Yani 3D Teknolojisi, Avatar'a gerçekten çok yakışıyordu. Her ne kadar gözümüzü ağrıtarak, zevkten çok, acı verse de. Laf aramızda benim gibi gözlüklü insanlar 3D filmleri izlerken daha da çok acı çekiyor. Hemen ön yargılı davranarak, benim  3D den nefretimi gözlerimin ağrımasına bağlamayın. Mevzu sinema açısından daha da derin. Avatar'dan sonra sinema da özellikle Hollywood sinemasında bir furya başladı; " Bende 3D film yapacammmm!" . Cameron'un muhteşem başarısından sonra, filmler kurgu aşamasında hızlı bir şekilde 3D ye çevirildi ve seyirciye adeta "Alın size 3D, nasıl ama güzel dimi? Hemde biletler daha pahalı!! " dendi. Bu filmlerden hemen aklıma gelenlerden örnek vermek gerekirse, Clash Of The Titans, M. Night Shymalan'ın, felaket derecede kötü olan The Last Airbender'ı ve son izlediğim film olan Narnia 3. Şimdi, bu filmleri kurgu aşamasında 3D formatına çeviren zeki arkadaşların bildiği ama bilmemezlikten geldiği çok önemli bir sorun var. James Cameron, Avatar'ı kendi icadı olan özel 3D kameralarla çekti. Ve ortaya görsellik olarak mükemmel bir sonuç çıktı. Yukarıda saydığım filmleri yapan arkadaşlar ise sonradan 3D formatına çevirdikleri için, hiçbir 3D lik olay seyircinin gözüne yansımıyordu. Hiç de perdede olan olaylar yanımızda gibi olmuyordu! Aksine seyircinin gözünü yoruyor, birde filmi daha da karanlık bir yapıya sokuyordu. Hemen son izlediğim Narnia'dan örnek veriyim; Narnia, gayet canlı renklerin kullanıldığı bir dünya ama 3D gözlükle perdeye yansıyan görüntüler resmen karanlık bir hale geliyor. Hele de karanlık sahnelerde ise iyice işin içinden  çıkılmaz bir hale geliyor. Bu filmlerde 3D namına dair hiçbir şey olmuyor. Yani boşuna bu filmleri 3D izlicem diye kasmayın, hem size hemde paranıza yazık. Ama o kadar da haksızlık yapmayayım bu filmlere, çünkü Türkçe altyazılar adeta dibinizde gibi oluyor! Zavallı Amerikan ve İngiliz seyircisi ise bunu bile fark edemiyor!
Peki anlattığım sorunlar olmadığında, yani güzel bir şekilde film 3D olarak çekildiğinde ne oluyor? Avatar hariç o tür filmlerde de büyük sorunlar var. Öncelikle müthiş bir 3D teknolojisini istismar etme politikası ile karşılaşıyoruz.  Gereksiz yere, gözümüze gözümüze sokulan saçma sapan araç- gereçler ve sinema duygusundan bir o kadar uzak sahneler. Adeta, ses ve müziğin, sinema da kullanılmaya başlamasından sonra sinemanın görsel gücüne darbe vurmasından sonra, (yanlış anlaşılmasın ses ve müzik durumuna karşı değilim) 3D teknolojisi de Sinema Duygusu denilen şeye büyük bir darbe vuruyor. Kısacası 3D nin gidecek daha çok yolu ve aşaması var. Öncelikle gözü yorma ve ağrıtma problemini çözsün sinemacılar. Çünkü bu konudan şikayet eden insan sayısı, hiç de azımsanacak bir sayıda değil. Örneğin ben, en azından bu durum çözülene kadar 3D nanesine soğuk bakmaya devam edeceğim.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Melankolinin Dibi

Hayatım boyunca içinde bulunduğum melankoli halinden, sanırım hiçbir zaman çıkamayacağım. Bugün bunu daha iyi anladım. Kendimi bildim bileli bu durumdayım. Nedenini bir çok defa sorguladığım ama hiç bulamadığım bir melankoli benimkisi. Hep üzgünlük, yalnız hissetme ve hiçbir şey yapmama isteği yani. Yukarıda demiştim ya, bugün daha iyi anladım diye. Bazen benim bu melankoli hali uykuya geçer, günün içinde birkaç saat rahatsız etmez. Çoğu gün, hafif bir sarsıntı ile geçiririm. Ama ufak bir tetikleme olduğu zaman, bu benim açımdan çok tehlikeli bir boyuta gelir. Bu durum üzücü bir olaydan çok, bir arkadaşımın veya yakınımın bana karşı bir tavrından olur genelde. Ondan sonra zaten hafif uykuda olan melankoli tüm gücü ile bir canavar gibi üstüme saldırır. Üzgünlük önce yüreğimi sıkar. Sonra çoktan unuttuğum sıkıntılarım aklıma gelir, sonunda ise birçok şeyden nefret eder duruma gelirim. Bu dünyadan bir çıkış ararım, çok uzaklara, herşey den ve herkes den uzağa gitmek isterim ama maalesef yapamam. Belki de bu yüzden Fantastik ve Bilimkurgu edebiyatına bayılıyorum. Beni hiç var olmamış ama var olmasını deli gibi istediğim dünyalara götürdüğü için. Peki bu yukarıda söylediğim, tetiklemeye neden olan kişi ne yapar? Bilmem neresine bile sallamaz. İnsanların bu umursamaz hali ise beni iyice çileden çıkarır. Hiçbir şey olmadığını, bir şey yapmadığını veya demediğini, benimle arasının halen iyi olduğunu sanır. Ama yanılıyordur. Çünkü ben, her ne kadar, öfke ile o kişiye karşı kin beslemek veya zayıf anını kollamak istesem de, bunu yapamam. Ama aklımın bir tarafına not etmeye çalışırım. Artık, eskisi kadar benimle yakın olmayacaktır. İnsanların davranışlarını umursamayan, gamsız kişilere her zaman özenmişimdir. Kesin benden uzun yaşayacaklar. Ama kendimi bildim bileli bunu yapamam. Hep umursarım, hep kafama takarım. Yine konu dağıldı. Bu bendeki  geçmeyen melankolinin, gücünden faydalanmak üzerine bir yazı yazacaktım, mevzu nerelere geldi. Faydası mı diye sorduğunuzu biliyorum. Bu da artık başka bir güne....  

8 Aralık 2010 Çarşamba

Olaya Farklı Bir Açıdan Bakın, Çünkü Bu Klasik Bir Polisiye Filmi Değil

Eleştirmenler ile Genel Sinema İzleyicisi birbirinden çok farklı yaratıklardır. Eleştirmenler, ömürlerini çürüttükleri "Sinema Yazarlığı" için belki binlerce film izlerler. Bu yüzden, belli bir zaman sonra, filmlerden kolay kolay tatmin olmazlar. Sinema da farklı tatlar, lezzetler ararlar. Kısacası Sinema'da sanatın önceliğine inanırlar. Genel Sinema İzleyicisi ise, sinemaya her zaman gitmez. Ya eğlenmek için, ya da ailesi ile zaman öldürmek için vs. Bu yüzden iki grup, genelde birbirlerinin beğendiği filmleri beğenmezler ve hep bir çatışma halinde olurlar. Bu iki grubun çatışması, sinema tarihinde var olduklarından beri de bu şekilde devam etmiştir ve aynen devam edecektir de. Lakin, iki tarafın da beğendiği filmler hariç. İki tarafta, bu tür filmlerde adeta barış bayraklarını çıkartırlar ve havada kardeşlik rüzgarları estirirler. Yani iki tarafın da salondan tatmin olmuş bir halde ayrılmasına neden olan filmlerden bahsediyorum. Bu tarz filmler maalesef ender yapıtlardır. Hele ki  7. Sanat'ın yavaş yavaş yozlaştırıldığı şu ortamda bunu yapmak gerçekten çok zor bir zanaattir. Ayrıca bu tür filmlerin yönetmenlerinin çok ender bulunduğunu söyleyelim. Örneğin Martin Scorsese ve Steven Spielberg gibi üstadlar, bu tür yönetmenlerin arasına girer. Türkiye de bu tür bir yönetmen var mı diye sorarsanız, kesinlikle Yavuz Turgul cevabını veririm. Tosun Paşa, Züğürt Ağa, Eşkiya gibi Türk sinemasının unutulmaz filmlerinde emeği geçen Yavuz Turgul, yıllardan beri her iki tarafı da çok güzel bir şekilde tatmin edebilmektedir. Özellikle Eşkiya'yı beğenmeyen tek bir kişiye bile rastlamadığımı hemen söyleyeyim. Yavuz Turgul, her ne kadar yıllardır iki tarafı da mutlu etse de, son filmi Av Mevsimi ile bunu (tabi bu durum kesinlikle yönetmenin suçu değil) başaramamış gibi görünüyor. Çünkü gelen tepkilere bakacak olursak, Genel Sinema İzleyicisi bu son filmi, yönetmenin önceki filmlerine nazaran çok da beğenmemiş durumda. Eleştirmen cephesi ise durumdan gayet memnun gözüküyorlar. Bu durum aslında Yavuz Turgul'un önce ki filmlerine nazaran, filmde  Şener Şen'in oynadığı Avcı karakterinin "Kendimize bir aralık bulacağız ve cinayete  farklı bir açıdan bakacağız" dediği gibi, olaya farklı bir açıdan bakmasından kaynaklanıyor. Turgul'un derdi,  tam manası ile kurallarına uygun bir polisiye filmi yapmak değil. Turgul sadece, daha önce bir çok defa belirttiği gibi, Polisiye türünü çok seviyor ve Av Mevsimi' nde  türe   saygı duruşunda bulunuyor. Yoksa yarı komedi ve alay kokan bir silahlı çatışma sahnesi Polisiye filminde ne gezsin? Usta yönetmenin Av Mevsimi'nde ki asıl derdi, farklı yaş gruplarından olan 3 polisin yaşadığı dramı ve onların etrafından yaşanan diğer dramları anlatmak. Yani hayata, bir de polislerin gözünden bakmaya deniyor Turgul. Siz bakmayın filmde ki cinayet araştırmalarına, az buçuk gerilime, bir iki aksiyon sahnesine. Bunlar hep filmin makyaj kısmı. Kısacası genel seyirci,  gerilim dolu, cinayetin bol sayıda olduğu ve sürpriz sonlu klasik "Katil kim?" tarzında bir film beklerken, filmde ki merak unsurunu, az buçuk herkesin erkenden çözdüğü ve karakterlerin daha çok özel hayatına, dramına odaklanan bir film görünce haliyle hayal kırıklığına uğruyor ve filmi beğenmiyor. Yavuz Turgul'un filmin gösteriminden önce verdiği bir röportaj da ; "Gerçekten sürpriz sonlu filmler yapmak zor, ayrıca benim amacım bu değil." demesi boşuna değil. Turgul daha çok seyircisini, polislerin yaşantısının içine doğru bir yolculuğa çıkartıyor. Filmin açılış sekansı dahil, kameranın sürekli polislerin içinde, sanki onlardan biriymişcesine  gezmesi hiç tesadüf olmasa gerek. Yönetmenin 3 ana karakter üzerinden filmini kurduğunu yukarıda belirtmiştik. Turgul bu nokta da senaristliğini çok güzel konuşturmuş. Şöyle ki; yarattığı 3 ana karakter de birbirlerinden, gerek yaşadıkları hayat olsun, gerekse kişilikleri olsun çok farklılar. Karakterleri biraz tanıtırsak, yönetmenin ne anlatmak istediği biraz daha kafanızda yer eder diye düşünüyorum; Çömez Hasan karakterini canlandıran Okan Yalabık, mesleğe yeni başlamış, heyecanlı ama hayatında ne yapacağını çok bilemeyen birini canlandırırken, filme çok büyük renk katan Cem Yılmaz ise, mesleğinin zorlukları yüzünden biraz delirmiş, karısı tarafından terk edilmeyi hazmedemeyen ve hayatında belli bir noktaya gelemeyen Deli İdris isimli, orta yaşlı bir polisi canlandırıyor. Usta oyuncu Şener Şen ise mesleğinde tabiri caizse kurt olmuş, emekliliğini bekleyen ama o çok beklediği emekliliği de büyük bir ihtimalle yalnız geçecek olan Avcı Ferman karakterine hayat veriyor. Yani Turgul, 3 ayrı hayata bir pencere açıyor ve seyircisini bu hayatların içerisine davet ediyor. Açıkçası Turgul'un bu teklifine hayır cevabı vermek, benim açımdan çok zor. Çünkü Turgul, Polislerin yaşadığı bu acımasız dünyaya, seyircisini gerçekten içerisini alacak ve karakterlerinin acısını hissettirecek bir yapı kurmayı başarıyor. Karakterlerin yaşadıkları buhranlara ve dramlara haliyle burada pek girmiyorum. Çünkü gerçekten  izlendikçe değeri anlaşılabilecek bir film Av Mevsimi. Filmin işçiliği ise gerçekten çok sade ve temiz. Uğur İçbak'ın görüntü yönetmenliği, her zaman ki gibi çok iyi. Filmin atmosferine ve çatışmasına uyan soluk renkler kullanmış İçbak ve polislerin dünyasında olduğumuzu bize fazlasıyla hissettirmiş. Zaten Yavuz Turgul ve ekibinin işçiliği her zaman çok iyi olmuştu. Oyuncuların performansı ise, her  Turgul filminde olduğu gibi  gayet net ve düzgün. Bütün oyuncular üzerlerine düşen payı fazlasıyla yapmışlar. Özellikle komedyenliği ile tanınan Cem Yılmaz'dan bahsetmekte fayda var. Yılmaz, Deli İdris karakterini öyle güzel canlandırıyor ki, filmi sırtlayan oyunculardan birisi oluyor ve Şener Şen gibi usta bir oyuncunun yanında hiç ezilmeden hatta kimi sahnelerde Şen'den rol çalarak oynuyor. Lakin, filmin birkaç handikabı olduğunu söylemek zorundayım. Öncelikle her ne kadar Yavuz Turgul'un derdi polisiye filmi yapmak olmasa da, polisiye unsurlarını taşıyan bir film Av Mevsimi ve maalesef  Turgul, türe çok fazla hakim olamadığından, olayı çok çabuk açık ediyor ve seyirciye filmin bitmesini beklemekten başka bir şans tanımıyor ki, bu noktaları da çok uzatıyor. Her ne kadar karşımızda Eşkiya gibi bir başyapıt olmasa da Av Mevsimi, eli yüzü düzgün bir film. Yeter ki Avcı Ferman'ın dediği gibi bakış açınızı değiştirin ve olaya farklı bir açıdan bakın.

28 Kasım 2010 Pazar

Bir Mesaj Vermek İstiyorsan Posta Kullan Mahsun!!


Başlıkta yazdığım, Hollywood'da ünlü bir vecizedir. Eğer filmleriniz de vermek istediğiniz tema'yı yani ana fikri, filme yedirememişseniz ve didaktik görünmeyi başaramıyorsanız bu vecize ile yani "Bir mesaj vermek istiyorsan posta kullan!" karşılaşırsınız. Mahsun Kırmızıgül, maalesef yönetmenlik kariyerine başladığından beri, halkı eğitmek, insanları bilinçlendirmek gibi, kendine bir misyon belirlemiş durumda. Adeta bir "Başöğretmen" tavrı sanki. Verdiği mesajların basitliğini ve herkesin az çok bu tür mesajları bildiğini kabul etmeden, "Bu mesajları kimse bilmez, millet sanki gündem mi takip ediyor ki?" gibi bir ukalaca bir tavrın içine girerek yapıyor bunu da. Yanlış anlaşılmasın, kendisinin Sinema Sanatını, yapmak adına verdiği gayreti ve samimiyetine inanıyorum. Ama insanları eğitmek gibi, Sinema'nın ilk dönemlerinde kullanılan ve halen maalesef örneklerine sadece demir-perde ülkelerinde rastladığımız türden filmleri, ısrarla çekmesine bir anlam veremiyorum.  Kırmızıgül'ün, bu kadar çok tema'yı işlemesini bir kenara bıraksak ve mesajları filme güzel bir şekilde yedirdiğini görsek neyse, o kadar da kusur olur diyeceğiz. Ama yok. Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm filmlerinde, bu tür problemlerin hepsi vardı ve New York'ta 5 Minare'de bu durumdan üstüne düşeni fazlasıyla alıyor. Birde, yukarıda dediğim gibi bu mesajlar, böyle sığ ve basit olmasa, "Hadi insanlar olayları birde böyle görsün, olaylar hakkında biraz daha farklı düşünebilirler" diyebiliriz. Ama maalesef durum hiç iç açıcı değil. Örneğin New York' ta 5 Minare'den hemen bir örnek verelim. Mustafa Sandal'ın oynadığı polis karakteri, Amerika'ya adımını atar atmaz bir FBI ajanı ile Amerika'nın dış politikasını eleştiren bir tartışma içine giriyor ve "Nedense demokrasiyi petrol olan ülkelere götürüyorsunuz." gibi bir laf ediyor. Gerçekten bunu hiç sinema'da duymamıştık sevgili Kırmızıgül. Yaklaşık 10 senedir Muhalif Amerikan Sineması, filmlerinin içine gayet iyi bir şekilde yedirerek, bir fiil bunu söylüyor. Verdiğin mesajların bu kadar sırıtmasına ve rahatsız edici bir boyuta gelmesinin ne anlamı var? Tabi bu nokta da, bir Türk Polisi'nin, FBI'ın  bir sorumlusu ile ayağını Amerika'ya basar basmaz böyle bir tartışma içerisine girmesi ise ne kadar inandırıcı bir durum, siz karar verin. İnandırıcılık demişken, filmin bir başka problemi de burada karşımıza çıkıyor. Türk Polis Teşkilatı, İnterpol ve FBI' yı kandırmak, hatta FBI gibi bir kurumun elinden, "İyilik timsali gibi görünen bir hocayı" kaçırmak ne kadar inandırıcı bir durum bilemiyorum. Hem Haluk Bilginer'in oynadığı "Hacı" karakterini, kimseye zararı olmayan biri olarak tanıtacaksın, hemde hocanın müritlerine, FBI'ın elinden, hocalarını silah zoruyla kaçırtacaksın. Gerçekten ilginç.
Filmin işçiliği ve oyuncuların performansına gelecek olursak. İşçilik konusunda her ne kadar Mahsun Kırmızıgül temiz bir iş çıkartsa da, halen Sinema Sanatı'nın  saf görsellikten çok "Sinema Duygusu" denilen kavram ile yaratılan görselliğin, iyi filmler ortaya çıkarttığını bilmiyor. Kırmızıgül'ün,  Sinema'nın sadece "Etkileyici sahne çektim ben oldu" ile olamayacağını, etkileyici sahnelerin filmin hikayesini ve bütününe bir hizmeti yoksa bir anlamı olamayacağını anlaması gerekiyor. Allah aşkına, tamam güzel bir zikir sahnesi çekmişsin de bunun Amerika da ki olayla ne ilgisi var? Veya Ülkücülerin yemin ettiği sahne ile sanki 80'ler de geçen bir durum varmış gibi bir olay yaratılmasının ne gereği var? Bu sahnelerde Mahsun Kırmızıgül'ün ne düşündüğünü gayet iyi anlayabiliyorum. Evet bu yukarıda söylediğim sahneler, gerçekten etkileyici ve güzel çekilmiş. Ama sadece etkileyici sahne çekmekle sinema yapılmıyor. Etkileyici sahneler iyi sinema yapmaya götüren bir araçtır sadece. Filmin kurgusunu ise, haliyle akıcı bir zemine oturtmaya çalışmış Kırmızıgül. Lakin, kurgunun akıcılıktan çok kaygan bir zemine oturduğu ve seyircinin olayları hazmetmesine izin vermeden devam ettiği için izleyici olarak filmin akışından rahatsız olduğumu söylemeliyim. Ayrıca "New York'u bir daha zor buluruz, bütün binalarını uzun uzun, seyirciyi sıkarak" çekelim olayı nedir yani? Filmin en büyük sorunu bu noktada işte, maalesef hiçbir bütünlük yok. Hatta Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm kadar bile bir bütünlük yok. Oyunculuklar ise genel manada iyi diyebiliriz. Tabi Haluk Bilginer'in ve Danny Glover'ın " Bitse de gitsek " tadındaki oyunculuklarını saymaz isek. Bu iki oyuncu öyle usta oyuncular ki, bu filmde bile karakterlerini tam manası ile sevemeseler de ve gerçek performanslarını ortaya çıkaramasalar da iyi oynamışlar diyebiliriz. Robert Patrick, Gina Gerson ve Mahsun Kırmızıgül ,Mustafa Sandal ve diğer oyuncular da, üstlerine düşen payı, fazlasıyla yapmışlar. Yalnız bu nokta da Hacı'nın annesini oynayan Suna Selen için bir parantez açmalıyız. Suna Selen, son zamanlarda Türk Sineması'nda ki en iyi performanslardan birini sergiliyor dersek, herhalde abartmış olmayız.  Karakterini severek ve isteyerek oynadığı her halinden belli. Velhasılı, Mahsun Kırmızıgül, ilk filmi olan Beyaz Melek'ten daha da geri gitmiş. Ayrıca filmi yere göğe koyamayan, " Mahsun, Hollywood'a hükm ediyor" diyen şakşakçılarada iki çift lafım var. Kimsenin zevkine bir şey diyemem ama filmi salonda izleyen seyircilerin ve çevremde filme gidenlerin tepkisine bakarsam, herkes filmin Mahsun'un önceki filmlerinden daha da  geriye gitmiş olduğunu söylüyor. Konuştuğum kişilerde öyle Mahsun Kırmızıgül'e burun kıvıran insanlar değiller. Önce ki filmlerini çok beğendiğini söyleyen insanlar. Lütfen beğendiğinizi belirtirken abartmayın. "Mahsun Kırmızıgül'ün yaptığı filmleri beğeneceğim, farklı olacağım" gibi bir çabaya girmeyin. Halbuki ben tam tersini beklerdim ama filmi beğenmeyen basın mensuplarını resmen "Elitizm" ile suçlayarak, çarmıha geriyorlar. Lütfen, insanların zevkine ve beğenisine laf söylemeyin. Sizin bu filmi beğenmeye hakkınız olduğu gibi, bizim de bu filmi beğenmeme hakkımız var.

Kurban Bayramı'nın Ardından


Maalesef yine gecikmiş bir yazı. Bayramın üstünden neredeyse 1.5 hafta geçti ama ben bayram hakkında daha yeni yazabiliyorum. Şöyle ki, bayram ertesinde vizelerin olmasından dolayı, bayram tatilini ders çalışarak ve akraba ziyaretleri ile geçirmeme neden oldu. Bu yüzden "ha şimdi, ha yarın bloglayacağım" derken, aradan 1.5 hafta geçti. Güya Mahsun Kırmızıgül'ün New York'ta 5 Minare filmine eleştiri yazacaktım. Kısmet bugüneymiş.  Neyse herkesin geçmiş bayramı mübarek olsun diyelim de işi biraz toparlamış olalım. Bu bayram, gerçekten uyuz olduğum ve  artık herkese kabak tadı vermiş olan "Nerede o eski bayramlar?" muhabbeti pek çevirilmedi. En azından ben pek duymadım. Her bayram, istisnasız yapılan bu muhabbetin nedenini 2 sene önce yine bir Kurban Bayramı'nda fark etmiştim. Bu muhabbeti maalesef, genellikle yaşını başını almış sevgili basın duayenlerimiz yapıyorlar. Nedeni de artık yaşlanmış olmaları, gençlik dönemlerini ve tabi ki o zaman aileleri ile geçirdikleri zamanları özlemelerinden kaynaklanıyor. Yani bir bakıma hayattan göçüp gidecek olmanın sessiz bir  çığlığı bu durum. Durumun böyle olduğundan neden mi bu kadar eminim. Şöyle ki, hayatımda geçirdiğim,  15 yıllık bütün bayramları az çok hatırlıyorum ve hepsinde de aynı söylemler dönüyordu. Bu durumu, babama sorduğumda o da 30 yıldır bu muhabbetin döndüğünü söylüyordu. Eminim ki 50-60 yıl öncesine gitsek, yine aynı olay karşımıza çıkardı. Sevgili Basın Duayenlerimiz, bayramlar değişebildiği kadar, değişiyor. Yani zamana göre. Yoksa eski bayramlardan çok da bir farkı yok. He belki insanlar daha çok tatile gidiyor bayramlarda, tebrikler mesaj ile yapılıyor daha çok belki. Yani boşuna kasmaya gerek yok, ömür tükendikçe, herkes geçmişi anar. Lütfen bunu bayramlarla yapmayalım, çünkü gerçekten sıktı. Bu bayram, tatilin ne olduğunu pek anlayamadığımdan ve ardından vizeler olduğundan, kendime biraz izin vermeye karar verdim. Yani bu hafta blog'a bol bol bir şeyler karalayabiliriz.

7 Kasım 2010 Pazar

Neden LostinDark ve Penslinger?

Sanırım, blog'un ismini neden LostinDark-Penslinger koyduğumu, işin başında açıklasam iyi olacak. Öncelikle isim koyma kısmına geldiğinde çok fazla düşünmediğimi söyleyeyim. İtiraf etmem gerekirse, LostinDark  bir blog için  bana hayli havalı bir isim gelmişti :) Bu yüzden çok düşünmeden bu ismi verdim. Öte yandan blog'un ismini koymadan önce de aklıma gelen ve beynimi kurcalayan, bir kavramdı benim için LostinDark. Şöyle ki, LostinDark direkt çevrildiği, anladığınız gibi "Karanlıkta Kaybolmak" manasına geliyor. Ve şu dünyada var olmak, yaşamak bana son zamanlarda,  gecenin zifiri  karanlığında yoluna devam etmek zorunda olan çaresiz bir insan gibi hissettirmeye başlamıştı. Sürekli olarak, ışığı arayan ama çoğu zaman yolunu şaşıran ve kaybolan bir insan gibi. Ama sonrasında bütün insanların aynı durumda olduğu gerçeğini fark ettim. Sanırım, bu karanlıktan çıkış ve aydınlığa tam manası ile ulaşma ancak emri hak vaki olunca gerçek olacak. Yani bana göre, insanoğlu şu dünyada hayatını devam ettirdiği müddetçe, ölümün sırrına varamadığı sürece hep karanlıktadır. Çünkü insanoğlu(en azından büyük bir çoğunluğu) hep aynı soruları sormuşlardır; nereden geliyorum? nereye gidiyorum? veya en kısa haliyle neden?  Tabi insanlar yolunu aydınlatmak için, zaman içinde çeşitli yollara başvurmuştur. Kimi din ile kimi ideoloji ile kimi de bilim vs. ile yoluna ışık tutmaya çalışmıştır. Tabi dediğim gibi, tam manası ile aydınlanmak için ölümün o büyük sırrına ermek gerekiyor. Bu arada yanlış anlaşılmasın,  tam manası ile aydınlanmak için acelem yok :) Neyse ki bende, yukarıda yazdığım soruların açıklamasını yapan bir şeye sıkı bir şekilde bağlanmaya çalışarak yolumu aydınlatmaya çalışıyorum. Yoksa büyük bir bunalımın içinde bulurdum kendimi. Neyse lafı çok uzattım, kısacası kafamı kurcalayan bir kavram olduğu için LostinDark koydum. Penslinger'a gelirsek, kelime anlamı "Kalemşor" olan bu kelimeyi, çok sevdiğim yazar Stephen King'den çaldığımı hemen itiraf edeyim. Üstat bu kelimeyi, olağanüstü eseri "The Dark Tower" da ( Kara Kule Serisi) defalarca, kendisinden bahsederken kullanmıştı. Kendisinden bahsederken mi diye şaşırdığınızı biliyorum. O zaman hemen küçük bir spoiler veriyim; Kitabın kahramanlarından birisi bizzat Stephen King'in kendisi. Önümüzde ki haftalarda King'in bu harika eserini, kısmetse tanıtmayı düşünüyorum.

5 Kasım 2010 Cuma

MERHABA

Gecenin bu saatinde herkese merhaba. Maalesef okuldu, arkadaşlarla takılmaydı, üstüne birde gece 00.30 seansı sinema idi derken, ancak bu saatte bloglamaya başlayabildim. Halbuki daha erken başlayacağımı düşünmüştüm. Neyse kısmet böyleymiş. Maalesef saat gece 3.30'u geçtiği ve yorgun olduğum için çok uzun tutamayacağım. Öncelikle blog'un ilk yazısında şunu sizlere belirtmeliyim ki, bu blog tamamen kişisel bir blog olacaktır. Yani belli bir konu üzerinden bu işe devam etmeyeceğim. Aklıma ne eserse onu yazmaya çalışacağım. Ama sinema sanatının blog'da önemli derecede yer işgal edeceğini şimdiden söyleyeyim. Hah sinema demişken aklıma geldi, gece 00.30 seansında, Mahsun Kırmızıgül'ün New York'ta 5 Minare filmine gittim. Film hakkında önümüzdeki haftalarda uzun bir eleştiri yazısı yazacağım. Şimdilik sadece şunları söyleyebilirim; Mahsun Kırmızıgül, kesinlikle pazarlamayı çok iyi biliyor. Kırmızıgül'ün, ticari bir zekaya sahip olduğu  ve iyi bir halkla ilişkiler uzmanı ile çalıştığı da  kesin. Ayrıca fragman yapmaktan da anladığı aşikar. Lakin, sinema sanatının inceliklerini ve kurallarını öğrenmesi, anlaşılan baya bir uzun sürecek. Herkese iyi geceler!