12 Aralık 2011 Pazartesi

Zorunlu Askerlik, Profesyonel Ordu ve Vicdani Ret




Nerde o günler..

Bu blog da size defalarca, farklı yazılarda  parantez içinde bir çok yazı sözü vermiştim. Sanırım bir çoğunu tutamadım. Kusura bakmayın ama bu yazı sayesinde sonunda sözümü tutacağım. Hatırlarsanız "Tyler Durden Haklı mıydı?" yazımda askerlik kurumu ile alakalı bir yazı yazacağıma söz vermiştim. Zaten konu hakkında epeydir doluydum, o yüzden söyleyecek çok sözüm  var. Baştan söyleyeyim, yazı hayli sert olacak. Bu yüzden şimdiden özür dilerim.

Neden özellikle bu konuyu yazdığımı merak ediyor olabilirsiniz. Hemen açıklık getireyim ; Facebook, Twitter ve çeşitli arkadaş meclislerinde konuyu tartışmak beni kesmediği ve derdimi yeterince iyi anlatamadığım için bu yazıyı yazmaya kara verdim. Ayrıca konu kimilerine göre hayli hassas olduğu için, yaptığım tartışmaların büyük çoğunluğu maalesef bir yere varamıyor. Zira mevzu kimilerine göre hayli hassas, hatta kutsal ve tabu bir nitelik taşıyor.

Bildiğiniz gibi ülkemizde birkaç tip askerlik mevcut. Çeşitli sürelere bölünen askerliğin yanında, yurtdışında çalışanlar için dövizli askerlik ve 10 yılda bir, genelde büyük depremlerden sonra, çıkan bedelli askerlik var. Baştan söyleyeyim, bana göre bedelli veya dövizli, askerlik değildir. Kaldı ki son çıkan yasadan sonra hiç değildir. Yanlış anlaşılmasın yasanın bu şekilde çıkmasına da karşı değilim. Adamlar 21 günlük askerlik yapsa ne olur yapmasa ne olur? Benim derdim diğer askerlik tipleri ile ve zorunlu askerlik denen saçmalıkla ilgili.

Hiç kimse kusura bakmasın ama zorunlu askerlik, bir saçmalıktır, bir insan hakları ihlalidir. Kimse bu konuda bana “Yok sınırı kim bekleyecek, yok her Türk asker doğar” vb. gibi saçmalıklarla gelmesin lütfen. Görüyoruz o sınırı bekleyen gariban insanları, şehit olup duruyorlar! Ailesinin yanından o insanları koparıp, hayatlarının en güzel zamanlarında alıp zorla asker yapıyorsunuz, üstüne üstlük doğru düzgün eğitim bile vermeden, eğitimli teröristin önüne atıyorsunuz. Sonra da insanlar şehit olunca da  “Vatan Sağolsun”… Sağolmasın o vatan kardeşim! O genç insanlar keklik gibi sürekli ölecekse sağolmasın! Vatan dediğin içinde ki insanlar yaşadıkça var olur, öldükçe değil!  Her Türk’de asker doğmuyor kardeşim, mesela ben ve benim gibi milyonlarca genç insan asker doğmadık be kardeşim! Sizin mantığınıza göre her Türk asker doğuyorsa, neden 30 bin insan şehit oldu acaba? Şunu anlayın öncelikle, herkes savaşabilecek, insan öldürebilecek kapasiteye sahip değildir.  Ayrıca neden “Asker Millet” oluyoruz ki biz? Atalarımız mı böyleymiş yoksa? Ben size cevap vereyim, hayır atalarımız da “Asker Millet” değildi. Ancak tarihten haberi olmayan insanlar buna “Evet” cevabı verebilir. Osmanlı’da 1840 yılına kadar zorunlu askerlik  denen bir şeyin olmadığını biliyor musunuz acaba? Yani Osmanlı, hani o 3 kıtaya hükmeden imparatorluk olan Osmanlı’da profesyonel ordu diye bir kavram var. Sizin tabirinizle Dünya’yı, o profesyonel ordu ile feth ettik ve yönettik. Osmanlı gibi bilmem kaç sene dünyanın süper gücü olmuş bir devlette bile yok iken siz  neyin kafasını yaşıyorsunuz Allah aşkına?
 1840 yılından sonra da mecburen insanlar askere alınmış, çünkü devlet sürekli olarak birkaç koldan savaş halinde. Bizim böyle bir durumuz var mı yok? Yok. Nedir o zaman probleminiz? Nedir bu asker sevicilik arkadaş? Hadi TSK’yı anlayabiliyorum, onlar halkı kendilerine biat ettirmek zorunda hissediyorlar, zira varoluş felsefeleri öyle. Bilirsiniz, TSK çok uzun süre devletin ve ülkenin sahibi olarak kendini gördü. O yüzden yaptıkları hareketler mantıksız olsa da anlayabiliyorum. Ama zorunlu askerliğin kaldırılmasına karşı çıkan siviller, tekrar soruyorum nedir derdiniz? Ben size söyleyeyim derdinizi, TSK, üzerinizde öyle bir propaganda ve baskı kurdu ki, askerlik makamı Allah tarafından emir edilmediği halde kutsal bir hale dönüştü, bir vatan borcu ( ne zaman öyle bir borcum oldu hatırlayamıyorum ben! ) olarak görüldü. Hatta Askeriye’ye “Peygamber Ocağı” denildi. Bu arada ne Peygamber Ocağı’ndan bahsediyorsunuz Allah aşkına? TSK yıllarca halkın inançlarını küçümsemedi mi? Ordu da namaz kıldığı için, oruç tuttuğu için irtica bahanesiyle yıllarca insanların anasını ağlatmadı mı? Bu sebep den dolayı ordudan atmadı mı? Yoksa ben başka bir ülkede mi yaşıyorum??! Türkiye’de ki askerlik makamı kutsal kelimesinin “K” sini bile hak etmiyor. Tabi halkın gözünde kutsallaşması, tabulaşmasına neden oldu ve sistemi sorgulamak dahi vatan hainliği ile bir tutuldu. Halen de tutuluyor. Bu yazıdan sonra isteyen beni vatan haini ilan edebilir, ben vatanı sevmeyi de korumayı da sizden öğrenecek değilim.

Bazıları, “Profesyonel ordu kurup, askerliği kaldırmak için çok fazla maddi kaynak gerekir” diyebilirler. Açıkçası buna katılmıyorum, TSK’nın 720 bin personeli var. Bu 720 bin insanın aylık masrafı ne kadardır bilemiyorum ama hayli fazla olduğunu matematikten azcık anlayan bir insan bile söyleyebilir. Ayrıca son yıllara kadar devlet, sağlık ve eğitim sektöründen daha fazla kaynağı TSK’ya ayırdı. Bilmem kaç yıldır en fazla ödeneği TSK alıyordu. Sanki İsrail gibi sürekli savaş halindeyiz anasını satıyım? Son yıllarda çok şükür ki bu yanlıştan dönüldü. Neyse konumuza dönelim, bu 720 bin asker yerine ordunun sayısını 300-400 bin kişiye çek, askerlerin hepside profesyonel savaşçılar olsun. Bak bakalım o zaman teröre şehit veriyor muyuz? O zaman insanlar zorla askere alınarak, insanların hakları da ihlal edilmiş olmaz. Tabi bu benim yaptığım çok basit, üstünkörü bir hesap oldu. Bu olay düzgün bir şekilde hesaplanarak yavaş yavaş yapılabilir. Tabi bizim TSK’nın böyle bir derdi yok. Halen “Nasıl olur da askerlik süresini uzatırım?” veya “Nasıl insanları daha rahat zorla askere alırım?” gibi  soruları düşündüğü için “Profesyonel orduya nasıl geçilir?” e kafa yormuyor.

 Kardeşim, insanları  zorla askere alıyorsun, bari Vicdani Ret hakkı tanı. Vicdani Ret demişken, ülkemizde bu konunun hiç ama hiç bilinmediğini söyleyeyim. İşin tuhaf yanı, bilinmediği halde karşı çıkılıyor. Bu olay da sadece bizim Türk halkına özgü bir şey olsa gerek. Bir konuya bilmediğimiz halde karşı çıkıyoruz. Kardeşim önce bir araştır nedir ne değildir diye. Ama yok! Her konuda fikrimiz var ya, konuşacaz illa! Ne demek istediğimi, Bilgi Üniversitesinin anketi gayet güzel bir şekilde açıklıyor; http://www.haberturk.com/polemik/haber/691398-bilmedikleri-vicdani-rete-karsilar



Neyse biz Vicdani Ret’i açıklayalım da bari anlayın öyle konuşun. Alın size Wikipedia açıklaması; “Vicdani Ret, bir bireyin politik görüşleri, ahlaki değerleri veya dinsel inançları doğrultusunda zorunlu askerliği reddetmesidir. Vicdani retçiler kendilerini antimilitarist ya da pasifist olarak tanımlamaktadırlar.”

Tabi bu hak karşılığında birey, devlete bir şey sunmak zorunda. Yani kamu hizmeti sunmak zorunda. Zaten kimse aksini savunmuyor ki kardeşim! Herkes illa ki vatanına bir hizmette bulunacak ama bu saçma sapan bir askerlik olmayacak. Olay bundan ibaret. Zorunlu askerliğin olduğu ama vicdani ret hakkının tanındığı ülkelerde insanlar, azamı askeri süresinin 2 katı kadar kamu da ücret almadan çalışıyor ve olay bitiyor. Yani huzurevleri, devlet daireleri vb. kurumlarda çalışarak “Vatani Hizmetini” tamamlamış oluyor. 

Kimse kusura bakmasın ama bu olay zorunlu askerlikten çok daha mantıklıdır. Asker sevicisi olmayan, askere gitmiş insanlar beni anlayacaktır. Terör bölgelerinde askerlik yapan insanların haricinde, ki onlarda maalesef ölüyorlar, askerlik yapmaktan çok daha faydalı bir iştir. Vicdani Ret, mal mal nöbet tutup, doğru düzgün ateş etmeyi bile öğrenememekten, patates soyup, komutanların kölesi olmaktan daha çok vatana hizmet etmek demektir. Bunu objektif çerçevede düşünen herkes kabul edecektir.

Bu kadar şey yazdım, anlattım ama yine de bazıları bu olayı anlamamakta diretecek ve beni vatan hainliği ile suçlayacaktır. Suçlasınlar, 10-20 sene sonra benim bugün ki görüşümü büyük bir çoğunluk benimseyecek, şimdiden kendilerini hazırlasınlar. Hemen belirtiyim ki onlara da saygı duyuyorum, anlıyorum. Zira onlar çok ağır bir psikolojik hastalığa tutulmuşlar. Allah şifa versin. Hani İsveç’in bir kentinde zamanında bir banka basılmıştı ya, zaman için de rehineler tuhaf bir reaksiyon göstermeye başlamış ve bankayı basanlara karşı duygusal bir bağ hissetmeye başlayıp, adamlara sahip çıkmışlardı? Halen mi hatırlamadınız ? Buyurun o zaman ; http://tr.wikipedia.org/wiki/Stockholm_sendromu


29 Kasım 2011 Salı

Tyler Durden Haklı mıydı?

Artık, yazılarıma özür dileyerek başlamak benim için adet oldu. Zira blog'a bir iki yazı yazdıktan sonra, aylarca uğramaz oldum. Öncellikle bunun için özür dilerim. Bunun bir çok sebebi (tembellik, eğlence, hayatın dertleri vs.) olması haricinde, gerçekten bir şeyler yazma ihtiyacı hissettiğimde yazan birisiyim. Yani sırf yazı yazmış olmak için bir şeyler yazamıyorum. Ayrıca, kararsızlıklarla, hayal kırıklığı ve üzüntü dolu son bir kaç ay geçirdim. Çok şükür şu anda iyi hissetmeme rağmen halen kafamda belli dertler var. Bu da karakterimin bir özelliği olsa gerek. Derdim olmadan yaşayamıyorum sanırım. 

Bu aralar sürekli aklımda Dövüş Kulübü'nün efsane karakteri Tyler Durden var. Hatırlamayanlar için Brad Pitt'in canlandırdığı karizmatik, anarşist karakter. Durden'ın hayat felsefesi, yarattığı anarşizm ve yıkım, son bir kaç aydır yaşadıklarım sayesinde daha iyi anlamaya, Durden ile empati kurmaya başladım. Neden mi? Hikayeyi biraz başa saralım isterseniz. 

Geçtiğimiz Haziran ayında Medya ve İletişim Sistemleri bölümünden mezun olmuştum. Hayatı boyunca Sinema Yönetmeni olmak isteyen biri olarak ne yapacağımı çok bilmiyordum. "Oha mezun olduktan sonra mı anladın?" bu gerçeği diyebilirsiniz. Doğru, haklısınız. Ama hayatın bazı şartları ve benim hatalarım ve ihmalkarlığım yüzünden böyle olduğunu söyleyebilirim. Uzun düşüncelerden sonra, askere gitmemin ve bu saçmalıktan bir an önce (Evet. Zorunlu Askerliği saçmalık olarak görüyorum. Bu da başka bir yazının konusu olsun) kurtulmamın daha iyi olacağını düşünüyordum. Ağustos celbine yetişemediğim için, Aralık celbine başvurmak üzere Ekim ayında askerlik şubesinin yolunu tuttum. Şube de başvurumu yaptıktan sonra, bazı sağlık sorunlarım yüzünden Gata'ya sevk edildim. Gata'da 1,5 hafta kadar uğraştıktan sonra, elverişlilik raporumu aldım. Ertesi gün işlemleri tamamlamak için şubeye gitmeye hazırlanıyordum ki, 2 arkadaşım (Alper ve Kürşat biraderlere selam olsun!) aklımı çeldi ve 2 yıl tecil ettirmeye karar verdim. Tabi bu tecil kararımda Gata'da gördüğüm hasta askerlerin durumu da etkili oldu diyebilirim. Aman TSK duymasın, mazallah insanları askerden soğutmaktan içeri atarlar, Gata'da ki insanların hali perişan. Çoğu psikolojik bunalımda ve bir an önce askerden kurtulmak istiyorlar. Neyse konumuza dönersek, tecil işlemlerine hallettim ve bir akrabamın inşaat şirketinde,  muhasebe bölümünde işe başladım. "Ne muhasebe mi?" dediğinizi duyar gibiyim. Evet İletişim okuyan birinin böyle bir yerde işe başlaması, kulağınıza enteresan gelebilir. Peki ne bekliyordunuz ki? Önümde hazır bir teklif vardı ve benim bir an önce para kazanmam gerekiyordu. Bu yüzden mesleğim ile ilgili işlere hiç bulaş(a)madım. Gerçi ileride mesleğe dönmeye niyetliyim ya, bakalım hayat neler getirecek. 

Durden meselesine gelecek olursak, aslında Durden'ın tam manası ile haklı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çalışmaya başladıktan sonra fark ettim ki, Kapitalizm denen canavarın şartları gerçekten çok ağır ve insanlar boşu boşuna "Devrimm!!" diye bağırmıyor. Şöyle düşünün, benim ki ofis işi olduğu için sabah 8.30-9.00 gibi mesaiye başlıyoruz ve akşam genelde patron gidene kadar işteyiz. Bu da akşam 6.30-7.00 gibi bir saat oluyor. Ve hafta da  bunu 6 gün boyunca yapıyorsunuz. Eve akşam varmam 9.00 gibi bir saat oluyor ki, bir iki saat sonra zaten yatağa girmiş oluyorum. Ve insanlar kimi işte, bu saatten çok daha uzun bir süre çalışıyorlar. Dile kolay geldiğini biliyorum ama kazın ayağı hiçte öyle değil. Düşünsenize eve varıyorsunuz ve ne kendinize yeterince zaman ayırabiliyorsunuz, ne de sevdiğiniz insanlara. Güya kendiniz ve sevdiğiniz insanlar için çalışıyorsunuz ama iş yerinizi ve iş arkadaşlarınızı, ailenizden daha çok görüyorsunuz. Bu durumda sizce de bir problem yok mu? Bence çok ciddi bir problem var, çoğunluk buna itiraz etmese de veya farkında olmasa da  gerçekten büyük bir problem var.  Ve bu iğrenç düzenin içinde bir çok insan, ihtiyacı olduğu için çalışırken, kimisi de hiç kullanmayacağı şeyleri almak, tabiri caizse "daha fazlası" için çalışıyor. Bazı para konusunu aşmış kodamanlar ise, zevk için ve vakit öldürmek için çalışıyor. Tabi altında çalışan insanların bir hayatı olmadığını düşünerek bunu yapıyor. O kodamanlar için bir problem yok tabi. İstediği zaman işe gelebilir, istediği zaman evine gidebilir. İnsan ister istemez soruyor haliyle? Ne için çalışıyorsun ki? Doğru düzgün aileni göremiyorsun, kendine vakit ayıramıyorsun. Kazandığın para ise genelde temel ihtiyaçlarına gidiyor. Eee o zaman? Ne için? Sahip olduğumuz şeylerin bize sahip olması için mi çalışıyoruz, nedir yani? Sevmediğimiz işlerde çalışmamızın sebebi nedir? Muhasebe mi? Allah kahretsin, ben yönetmen olmak istiyordum arkadaş! Ama sistem bizi öyle güzel kandırdı ki... Durden boşuna söylememişti; "Televizyonla büyütüldük ve bir gün hepimizin milyoner, film yıldızı veya Rock Starı olacağımıza inandırıldık. Ama olmayacağız ve bu gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz ve çok ama çok kızgınız."


 Maalesef bu aşağılık sistemin içinde bu duruma muhtacız. Ve daha fazla çalışmak zorundayız. Çünkü Kapitalist sistem içinde başarılı olmak istiyorsan, daha fazla çalışacaksın! Ayrıca sistemin içinde başarılı olmak zorundasın. Yoksa sistem seni yutar. Gerçi o başarıyı yakalayana kadar çoktan yutmuş olacak ya neyse. İki ucu boklu değnek yani :)  Peki sistem bunca hengamenin içinde ruhsal durumunuza ne yapıyor? Kusura bakmayın ama ruhunuzun içine ediyor, onu parçalara ayırıyor. Ya çok acımasız oluyorsunuz, ya da hayata dair umudunuzu kaybediyorsunuz. İki seçeneği de yaşamayan küçük şanslı bir azınlık haricinde, herkes aşağı yukarı bu durumda. Bakalım Durden ne diyor bu konuda; "Hepimiz heba oluyoruz. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir acımız yok, ne büyük savaşı ne de büyük buhranı yaşadık. Bizim savaşımızı ruhani bir savaş ve bunalımımız kendi hayatlarımız." Daha bu sözlerin üstüne ne denir ki? Tyler Durden haklıydı. Çözüm ne peki? Sosyalizm mi? Hayır değil. İşe yaramadığı defalarca ve çok acı bir şekilde kanıtlandı. Peki nedir? Şu an için bilmiyorum. Belki de insanlık olarak "Fight Club'da" ki gibi yeni bir başlangıca ihtiyacımız var, kim bilir...

Not: Filmi izlemeyen videoyu açmasın. Sonuna dair ciddi spoiler içerir. 

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Kaçırılmış Bir Fırsat...

Uzun zamandır blog'a bir şeyler karalamıyordum. Tembelliğime verin. Kolay kolay kendi kişisel zevklerimden zaman ayırıp yazan bir insan değilim. Arada işte böyle yazma ihtiyacı geliyor o şekilde ancak.  Peki gecenin bu saatinde bende yazma ihtiyacı uyandıran nedir? Tabi ki Harry Potter ve Ölüm Yadigarları Bölüm 2. Aslında bayadır doluydum bu konuda. Eee dile kolay yaklaşık 10 yıldır Harry'nin büyük bir hayranıyım. Merak etmeyin gecenin bu saatinde kitaplara neden hayran olduğumu anlatarak kafanızı şişirmeyeceğim. Kitaplar için zaten söze gerek yok. Hepsi mükemmel. Okuyun, okutturun. Benim derdim filmlerle. Bildiğiniz gibi Harry Potter serisi son olarak gösterime giren bölüm 2 ile sonlandı. Gerçekten biz sinemaseverler için çok uzun soluklu bir seri oldu. Toplam 8 film boyunca istikrardan uzak bir seri olsa da , filmler arasında en sevdiğim bölümler Alfonso Cuaron'un Azkaban Tutsağı ve Mike Newell'ın çektiği Ateş Kadehi oldu. Chris Columbus'un çektiği ilk iki bölüm ise vasatın üstünde işler olsa da tam manası ile bir sinema uyarlamasından bahsedemeyiz. Zira Columbus işin kolayına kaçarak, kitapları aynen olduğu gibi kopyalama yolunu seçmişti. 4 film üzerinde kısa yorumlar yaptıktan sonra anlatmak istediğim konuya gelebiliriz. Bilindiği üzere, 5. filmden itibaren seri, İngiliz TV dizileri haricinde pek de tecrübesi olmayan bir yönetmene yani, David Yates'e emanet edildi. O zamanlar herkes bunun bir kumar olduğunu söylüyordu. Haksız da sayılmazlardı serinin önce ki yönetmenleri ile karşılaştırıldığında Yates son derece tecrübesiz bir yönetmen idi. O zamanlar yapımcı David Heyman'ın ve Warner Bros'un bu davranışına pek bir anlam verememiştim. Ama seri devam ettikçe ve filmleri gördükçe Heyman'ın ve Warner Bros'un bu tercihini çok iyi anladım. Asıl yapımcıların, Azkaban Tutsağı ve  Ateş Kadehi gibi yapımcılar için kumar olan filmlere ihtiyacı yoktu. Zira bu iki filmde yönetmenlerin vizyonunu görebileceğimiz çok iyi uyarlamalardı. Ama yapımcılar yönetmen vizyonu falan istemiyorlardı. Onların istediği mümkün olduğunca düz bir formülle çekilen, gişede yüzlerini sonuna kadar güldürecek filmler yapılmasını istiyorlardı.( Daha ne kadar güleceksiniz lan? Milyar dolarları cebe indirdiniz!) Yani yapımcılar, serinin başına Yates'i geçirerek kumar oynamamıştı, onlar en başından beri istedikleri kukla yönetmenlerini bulmuşlardı. Yates'in filmi çekmesi ona teklif edilene kadar HP serisi ile uzaktan veya yakından hiçbir ilgisi olmadığı da kendisi tarafından açıklanmış bir gerçek.  Eee bizde saflık yapmışız tabi ki Warner Bros dediğimiz firma kolay kolay kumar oynar mı hiç? Sonuç ne oldu peki? Tüm aceleciliğine ve büyük sorunlarına rağmen vasatın kısmen üstünde bir 5. film izledik. Bu arada Zümrüdüanka Yoldaşlığı serinin en uzun kitabıdır ve en iyi kitaplarından birisidir. Böyle bir durumda, önce ki gelen 4 filmden de kısa olması nasıl bir tezattır? Ama normal bir durum tabi ki, sürenin kısa olması dolaylı yoldan yapımcıların kasasını dolduran bir durumdur. Bunun sonucunda 5. film 4. filme göre iyi bir gişe yapmıştı. Yates, 5. filmin gişesel başarısından sonra seriye devam etti ve üzerinde eleştiri yazısı dahi yazılmayacak rezillikteki bir Melez Prens uyarlamasına imza attı. Gelelim Ölüm Yadigarları Bölüm 1'e. Yates şaşırtıcı bir şekilde kendisinin en iyi HP uyarlamasına imza attı ve kendisine karşı önce ki filmlerde oluşan ön yargılarımı yıktı ve ikinci bölüme dair umutlarımı arttırdı. Maalesef durum iç güveysinden hallice oldu. Neden mi? Nedenine gelmeden önce bölüm 1 gösterime girdiğinde bazı eleştirmenlerin "Yates gerçekten büyük bir istikrar yakaladı" eleştirilerine iki çift sözüm var. Bırakın da kısmen de olsa bir istikrar yakalasın, adam 4 tane HP filmi çekti be kardeşim, durumu bu kadar da abartmayın yani. Bölüm 2 ise hayli etkileyici sahnelere sahip olmasına, hatta bir sahnede gözlerimin dolmasına ve vasatın üstünde bir iş olmasına rağmen, bana göre kaçırılmış bir fırsattır. Çünkü yine önce ki David Yates uyarlamalarında gördüğümüz acelecilik filmin her tarafına sirayet etmiş durumda. Etkileyici ve duygulandırması gereken sahneler yeterince maalesef seyirciyi etkileyemiyor. Ayrıca görkemli olması gereken sahneler ise böyle bir efsanenin sonuna maalesef yakışmıyor. Yani insan ister istemez bu muydu diyor. Görkemli ve epik olması gereken savaş sahneleri böyle mi olmalıydı? Bu savaş sahneleri için mi Melez Prens'in sonunda , kitap da var olan, savaş sahnelerini çıkarttınız? Yapımcılar, son filmde ki savaş sahnelerini gölgelemesin diye Melez Prens'te ki savaş sahnelerini çıkarttıklarını açıklamışlardı. Ki David Yates biraz işini iyi bilen bir yönetmen olsa, hikayenin ona attığı pasları çok rahat görebilir ve seyirciyi kalbinden vurabilir. Ama maalesef bunların hiçbirisi gerçekleşmiyor. Serinin en iyi filmi olması gerekirken, 3. ve 4. filmleri geçemeyen ortalama bir uyarlama çıkmış ortaya. Yine de böyle bir efsanenin bitişini sinemada izleyerek noktalamak gerekir diye düşünüyorum. Bu yüzden herkese filme gitmesini tavsiye ediyorum. Zira bir daha HP gibi bir kitap serisi zor gelir ve bunu haliyle sinemada zor izleriz.

Not: Neyse buna da şükür merak etmeyin, Melez Prens'ten kat be kat iyi bir uyarlama :)

22 Ocak 2011 Cumartesi

Galatasaray'dan ve Taraftarından Soğumak...

5 veya 6 yaşlarındaydım, bir çocuk için sıkı sayılabilecek bir şekilde Fenerbahçe'yi tutuyordum. Bunda o zaman fanatik bir Fenerbahçeli olan babamın (şimdi Kayserisporlu) katkısı büyüktü. O zamanlar, ileride Fenerbahçe'den nefret edeceksin deseler, çocuk aklımla bile gülerdim. Daha sonra bir GS muhabiri olan dayım ve annemin baskısı ile nasıl olduysa Galatasaraylı oldum. Şu yaşıma kadar bir kere bile pişman olmadım. Nasıl pişman oluyum ki? Her zaman iyi ki de olmuşum dedim. Sağ olsun Cimbom beni defalarca sevindirdi ve gururlandırdı. Yalnız itiraf etmem gerekirse, son bir iki yıldır Galatasaray'dan soğudum. Hatta futboldan bile soğudum bu yüzden. Beceriksizlikte birbirleri ile yarışan yönetimler ve bir türlü arzulanan başarıların gelememesi takımdan beni soğuttu. Hemen  "Kofti Galatasaraylı" damgası vurmayın. Ben, Fenerbahçe gibi nefretimin inanılmaz boyutlarda olduğu bir takımdan 6 tane yediğimiz zaman bile başım dik bir şekilde okuluma gittim. Tekrar tekrar aynı hataların yapılması beni takımdan soğuttu. Özellikle de mevcut yönetim beni takımdan soğuttu. Bu soğukluk öyle bir boyuta ulaştı ki  maçları izlemeye (Derbiler hariç) bile tahammül edemiyorum artık. Eminim ki birçok samimi Galatasaraylı'da benimle aynı duyguları paylaşıyor. Peki insanların bu şekilde takımdan soğumasına neden olan yönetim ne yapıyor? Suçu hep başkalarında buluyor ve istifa etmemekte diretiyor.... Galatasaray'ın baştan aşağı bir değişime, bir devrime, özellikle de bir lidere ihtiyacı var. Bu lider öyle biri olacak ki kulübü her yönü ile büyük bir değişimin içine sokacak. O zaman Galatasaray tekrar eski şaşalı günlerine geri dönebilir. Bu haliyle değişim çok zor, hele de bu yaratıcılıktan uzak, yozlaşmış taraftar ile daha da zor. Son yaşanan olayları görmüyor musunuz? Türk Telekom Arena'nın yapımında büyük emek sarf eden bir Başbakan alkışlanacağına yuhalanıyor. Buna Türkçe'de yemek yediği kabı pisletmek denmez de ne denir? Allah aşkına söyleyin, bu incelikten yoksunluk, nankörlük, artık ne derseniz, Galatasaray taraftarına yakıştı m? Hayır hiç yakışmadı. Yalnız bu noktada bir parantez açmakta fayda var, Toki Başkanı Erdoğan Bayraktar'ın son derece gereksiz ve şovenist bir konuşma yapması, olayların fitilinin ateşlenmesinde büyük bir pay sahibi oldu. Yani Erdoğan Bayraktar'da en az statta bulunan taraftar kadar suçludur benim gözümde. Ama yine de bu durum Galatasaray taraftarına, başbakanı yuhalama hakkını asla vermez. Çünkü her şeyden önce bu bizim kültürümüze uymaz. Misafire böyle davranılmaz. Hele de o misafir, statın yapımında bu kadar büyük bir pay sahibi ise hiç böyle davranılmaz. Yalnız, ben artık anladım.  Daha önceden düşünüyordum da kendime bir türlü kabul ettiremiyordum. Son yaşanan olaylardan sonra iyice ikna oldum. Artık biz övündüğümüz gibi misafirperver bir millet değiliz. Emin olun elin Amerikalısı (bu da kısmet olursa başka bir yazının konusu olsun)  bile bizden daha misafirperver. Ama taraftarın bu görgüsüzlüğü çok önceden belliydi. Yaklaşık 10 senedir Galatasaray taraftarı büyük bir yozlaşma sürecinde. Hemen yanlış anlayıp beni linç etmeyin sevgili Galatasaraylı dostlarım. Taraftar derken, kendini Galatasaraylı kabul eden ve gerçek Galatasaraylılara yakışacak bir şekilde efendiliğini yıllardır bozmayan sessiz çoğunluktan bahsetmiyorum. Neredeyse her maçta bulunan ve aynı yerde oturan yozlaşmış kitleden bahsediyorum. Son 10 yıldır doğru düzgün tek bir tezahürat bile üretemeyen kitleden bahsediyorum. Gerçekten merak ediyorum, Hıncal Uluç'un söylemi ile "Saldırrr Galatasarayyyyy!!" veya "4 sene üst üste şampiyon oldukkk...." gibi eski tezahüratlar haricinde ne buldunuz? Sakın şunu bulduk, bunu bulduk diye gelmeyin. Hepsi birbirinden kötü o tezahüratların...Gerçek tezahürat ne diye bakıyorsanız biraz Beşiktaş (Çarşı'nın manyaklarına selam olsun) taraftarına bakın. Belki yanında "Taraftar Ateşi" denen şeyi ve bir takımın nasıl desteklenmesi gerektiğini de öğrenirsiniz. Ama siz son 10 yıldır işi hep kolaya ve iğrençliğe vurdunuz. Başımdan geçen bir olayı anlatarak, mevzuyu noktalıyorum. 2 yıl önce akrabalarımla bir Fenerbahçe-Galatasaray maçına gitmiştim. Maçtan önce bir kafe de oturmuş takımdan muhabbet ediyorduk, söz döndü dolaştı statın içerisindeki atmosfere geldi. Yani rahatsızlık verecek insanların, içeride bulunup bulunmadığına... Bende tecrübeliyim ya, hemen atladım; "İçerisi gayet iyi  kimse, kimseyi rahatsız etmiyor, tamam küfür falan var ama kimse işi iğrençliğe vurmuyor" dedim. Hay demez olaydım! Çünkü o gün statta yaşanan olayları gördükçe, Kayseri deyimi ile başımdan aşağı sürekli kaynar sular döküldü. Dönüp insanların yüzüne bile bakamadım. Ne diyecektim? "Bu taraftar daha önce böyle değildi, şimdi bozulmuşlar" mı diyecektim? Mevzu kesinlikle küfür değil. O işlevi bende bolca yapıyorum. İçeride gördüğüm şeyi burada telaffuz dahi edemem. Tek söyleyebileceğim, bir futbol maçında olabilecek abazanlığın ve iğrençliğin son noktasıydı o gün yapılan. O gün Galatasaray taraftarına olan umudumu kesmeye başlamıştım. Şimdi de o taraftardan soğumuş durumdayım. Ve o taraftarın nasıl böyle bir yozlaşma içine girdiğine  halen anlam veremiyorum. Çünkü Galatasaray Taraftarı , Türkiye'de maçlarda olabilecek "ilkleri" gerçekleştirmiş bir taraftardı. Mesela Türkiye'de insanlar ilk defa, kadınların da azımsanmayacak bir sayı ile statlarda bulunabileceğini Galatasaray'ın maçlarında görmüşlerdi. Ama nerede o devrimci taraftar?? Artık yok. Bir statın açılış maçında rakip takım sahaya çıkarken yuhalanıyorsa, o taraftarda gerçekten sorun var demektir.  Bu durum gerçekten zor düzelir. Çünkü taraftar, takım eski başarılarını yakalayamadığı için geçmişe saplanıp kaldı. Gözlemlerim gösteriyor ki, bir grup eskiye takılıp kaldıysa, her daim bağnazlaşır. Eee takımın neden başarısız olduğunu sanırım tekrar söylememe gerek yok... Off   gene çenem çok açılmış. Ama konu Galatasaray olunca ve yıllardır insanın içinde biriken öfke ve üzüntü birleşince böyle bir sonuç çıkıyor ortaya. Neyse ben daha da bu mevzulara karışmam. Gidiyim de en iyi bildiğim işi yapıyım, film izleyip onun üzerine konuşuyum. Çünkü daha fazla devam edersem, bir zamanlar büyük bir aşk ile bağlandığım  takıma iyice uyuz olacağım....

13 Ocak 2011 Perşembe

MUHTEŞEM ÖNYARGI

Son yıllarda artan kutuplaşma, maalesef bizi ön yargılı bir toplum haline getirdi. Veya toplum olarak hep böyleydik de ben pek fark etmedim. Son yaşanan olayları bir bakın, Said-i Nursi'nin hayat hikayesini anlatan Hür Adam filmi gösterime girmeden Atatürk'e hakaret var gerekçesi ile hakkında savcılıkta soruşturma başlatılıyor, bir grup ulusalcı ise filmin galasında, ellerinde bayraklarla protesto gösterisi yapıyorlar ve filmin gösterimden çekilmesini istiyorlar. Öte yandan Osmanlı padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman'ın hayat hikayesini kurgulayarak anlatmayı hedef edinen Muhteşem Yüzyıl dizisi daha başlamadan Rtük'e binlerce şikayet yağıyor ve dizinin yayından kaldırılması isteniyor, Mehter Takımı eşliğinde Show Tv'nin önünde protesto gösterisi yapılmaya kalkışılıyor. Ayrıca Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, dizi hakkında "Gereğini yapacağız" diyor. Daha sonra dizi ilk bölümden Rtük'ten uyarı cezası alıyor ki son derece gereksiz ve aptalca bir ceza. Allah aşkına nasıl bir ülke burası? Bu kadar mı birbirimizden nefret eder hale geldik? Yazının başında ki yazdığım cümleyi daha iyi anlamanız için mevzuyu biraz açıyım; Muhafazakar kesim Said-i Nursi hakkında film yapıyor, Ulusalcılar Atatürk'e hakaret var diye ayaklanıyor ki filmi dün izledim zerre kadar Atatürk'e hakaret söz konusu değil. Siyasi görüş olarak Sol kökenden gelenler ise Kanuni Sultan Süleyman'ın hikayesini dizi yapıyor bu sefer Muhafazakar kesim ayaklanıyor. Hayır iki tarafta yapılan eserleri önce bir izlese, ondan sonra eleştirmeye kalksa hiçbir şey demeyeceğim. Ama yok. Daha iki eserde izlenmeden çeşitli sosyal paylaşım sitelerinde gruplar kuruluyor, herkes birbirine küfürler yağdırıyor, hatta üşenmeden Rtük'e şikayet ediliyor. İki eseri de objektif bir gözle izledim ve her iki eserde de küfür edilecek, gruplar kurulup, protesto gösterisi yapılacak hiç bir şey olmadığını söyleyebilirim. Yani boşuna nefesinizi tüketip, küfürler yağdırdınız sevgili dostlarım. Hür Adam filmi üzerine diyecek pek bir şey yok, sinemasal olarak vasat bir örnek ve Atatürk'e ve onun kurduğu Cumhuriyete her hangi bir hakaret yok. Yani uzun uzadıya anlatılacak pek bir şey yok. Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu ise Muhteşem Yüzyıl dizisi. Çünkü bu dizinin yayınlanmadan eleştirilmesi gibi saçma bir durumu  bir kenara bıraktım, tarihimiz karalanıyor diye çığırtkanlık yapan insanların tarih konusunda, özellikle Osmanlı Tarihi konusunda, bu kadar cahil olup ta, bu kadar cesaretli bir şekilde küfürler yağdırıp, protesto gösterisi düzenlemelerine gerçekten şaşırıp kalmış durumdayım. Eee zamanımız da tarih ve siyaset gibi derin mevzular artık kitaplardan öğrenilmeyip, Facebook, Twitter gibi sitelerden öğrenilmeye çalışıldığı için aslında gayet normal bir durum. Ya Allah aşkına iki tane kitap açıp tarih öğrenmeye kalkışmıyorsanız , bari azcık google lamayı öğrenin. Belki İnternet'in, sadece Facebook, Twitter ve Msn den ibaret olmadığını anlayabilirsiniz ve bu tür yerlerden tarih öğrenmeye kalkışmazsınız. İşin aslı diziyi hiç takip etmeyi düşünmüyordum, çünkü evde oturup araya tonla reklam girerek dizi izlemeyi sevmiyorum ama bu saçma sapan, dizi daha başlamadan, yapılan eleştiriler yüzünden ilk bölümü izledim ve tahmin ettiğim gibi bir bardak su da fırtına koparıldığının çok iyi farkına vardım. Dizinin tarih danışmanlığını son dönemde "Tarihin Arka Odası" programı ile tanınmış, aslen muhafazakar olan Doç. Dr. Erhan Afyoncu yapıyor. Erhan Afyoncu'yu uzun zamandır takip eden birisi olarak Osmanlı Tarihi konusunda son derece yetkin bir kişi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi diziyi izlediğime göre ve dizi daha izlenmeden getirilen ve aklımda kalan bir kaç eleştiriye izninizle cevap vereceğim. Bir tane Facebook grubunda diyor ki "Kanuni kadınlara çok düşkün biri olarak gösteriliyor" bunu izninizle Osmanlı tarzında cevap vermek istiyorum " İmdi Bre ahmak, bazı dangalak oryantalistlerin yaptığı gibi erkeklere düşkün olarak mı gösterilseydi?" Her erkek bilir ki normal her erkek kadın cinsine son derece düşkündür. Bunu herkes bilir ama iş Padişaha gelince "Hayır Kanuni asla yapmaz bilmem ne...". Bu tarih bilmezler Kanuni'nin 9 tane çocuğu olduğunu bilmiyorlar herhalde? Bu çocukları leylekler getirdi herhalde? Çocuklardan bahsetmişken, diziye getirilen eleştirilerden biri de Padişahın, cariyelerle cinsel ilişkiye girme mevzusu. Yukarıda dediğim gibi Kanuni'nin 9 tane çocuğu vardır ve  padişahın 3 tane nikahlı eşi bilinmektedir. Bunlar: Hürrem, Gülfem ve Mahidevran sultanlardır. Padişahın, Hürrem'den 6 çocuğu, Mahidevran'dan ise 1 çocuğu bulunmaktadır. Gülfem Sultan'dan ise çocuğu yoktur. Geriye kalan 2 çocuk ise Harem'de ki cariyelerden birine veya ikisine aittir. Ayrıca hemen belirtelim Padişahların, haremde ki cariyeler ile nikahsız olarak cinsel ilişkiye girmesi İslam dininde caiz olarak kabul edilmiştir. Hemen ek olarak söyleyeyim cariyelerin başları açık olarak gezmesi ve şarkı söylemesi de caiz olarak kabul edilmiştir.  Çünkü başı kapatma emri sadece hür kadınlara emir edilmiştir. Diziyi eleştirenler, herhalde bu gerçekleri bilmiyorlar?   Bilmiyorsanız lütfen itiraz etmeye kalkışmayın, bu söylediklerimi kaynakları ile beraber itiraz edemeyeceğiniz yerlerden size ispat ederim ama ben sizin biraz facebook, twitter vs den ayrılarak google'a girmeniz ve bu güzelim arama motorunu  faydalı işler içinde kullanmanızı istiyorum. Ayrıca dizinin ilk bölümünde Kanuni, sadece bir tane cariye ile ilişkiye girdi ve nikahlı eşi ile öpüştü. Öyle 100 tane hatun ile alem falan yok yani. Bir de eleştirilerden biri neydi? Padişahın içki içme mevzusu herhalde, yine boşuna yoruldunuz sevgili dostlarım. Çünkü dizinin ilk bölümünde Padişah içecek olarak hep şerbet içti. Zaten Erhan Afyoncu'da Kanuni'nin içki içmeyen bir padişah olduğunu belirtiyor.  Bazı diziyi izleyenler ise eleştirilerinin boş çıkmasından dolayı geri adım atamadıklarından, dizi de yapılan tarihi yanlışlar ile ilgili listeler yayınlamaya başladılar. Tabi içki kısmı ve bazı mevzular atılmış. Neymiş efendim yeni eleştiriler, o yıllarda Topkapı Sarayı'nda Harem yokmuş. Yine Erhan Afyoncu bu mevzuyu Salı günü yayınlanan "Teke Tek" programınında açıkladı. Aynen aktarıyorum "Bende biliyorum o yıllarda Topkapı Sarayı'nda Harem olmadığını, salak değilim. Ama 10 yıl sonra Harem Topkapı Sarayına taşınacak. Yani dizi de nasıl yapacaktık, Padişah, sürekli saray ve Harem arası mekik mi dokuyacaktı? Bu yüzden dizinin gidişatına uymayacağından Harem, Topkapı Sarayında gibi gösterildi. Bunun gibi küçük hatalar bildiğimiz halde mecburen yapılmıştır. Bu bir dizidir, belgesel değildir. Tam manası ile gerçeği anlatmak gibi bir derdi yoktur. ".  Aynen Erhan Afyoncu'ya katılıyorum. Arkadaşlar bu bir dizi, kurgu yani. Belgesel değil, hiçbir zaman biz tam manası ile gerçekleri anlatıyoruz gibi bir iddiaları da yok adamların. Dizinin yürümesi için bazı şeyler mecbur farklı anlatılacak. Mesela Kanuni'nin deli gibi Hürrem'e aşık olduğu bilinen bir mevzu ama nasıl aşık olmuştur veya Hürrem, kendini nasıl aşık etmiştir, aralarında ne diyaloglar geçmiştir haliyle bilinmiyor. Bu noktaları nasıl anlatacaklar Allah aşkına? Ne yapacaklar? Mecburen işte Hürrem, "Sultan Süleyman!!" diye bağıracak, sonra Padişahın kollarının arasına düşüp bayılacak, Padişah ondan çok etkilenip, onun hayalini görmeye başlayacak vs. Dizi bunun gibi olaylarla kurgulanarak devam edecek işte.  He gelip de bana diziyi izledikten sonra şunu derseniz "Biz Kanuni gibi bir padişahın özel hayatını özellikle cinsel hayatını hiçbir şekilde görmek istemiyoruz ve bu yüzden diziyi eleştiriyoruz" size hak verebilirim. Ama tarihi yanlış anlatıyorlar bilmem ne diye başlarsanız önce biraz tarih kitabı okuyun, onu da yapamıyorsanız, kafanızı internet'te izlediğiniz o saçma videolardan azıcık kaldırın da google'a başvurun . Bu arada şunu anlamanız ve kabul etmeniz de gerçekten çok fayda var. Kanuni veya diğer Osmanlı padişahları hiçbir şekilde günahsız veya hatasız değillerdir. Zira günahsızlık bildiğiniz üzere, sadece Peygamberlere mahsustur. Lütfen tarihi incelerken, kendi dindarlığınızı o gördüğünüz insanlara da yüklemeye çalışmayın. Veya o insanlara, İslam dini ile ters düşecek bir biçimde kutsiyet armağan edip neredeyse yarı peygamber gözü ile bakmayı da kesin. Çünkü bu yaptığınız İslamiyet ile bağdaşmaz. Lütfen onları, günahı ile sevabı ile kabul edin ve ölçüyü kaçırmadan saygı duyun. Veya Padişahları mitolojik kahramanlar haline getirip, mükemmel insan mertebesine yükseltip, sefer düzenlemekten ve ibadetten başka bir şey yapmazdı gibi ahmakça bir yorum lütfen yapmayın. Padişahların da dinlenmeye, eğlenmeye ihtiyaçları vardı. Tarihi kayıtlar saray da eğlence düzenlediklerini de doğrulamaktadır. Onlar da bizim gibi çeşitli insani zayıflıkları olan yani cinsel ihtiyaçları olan insanlardı. Ayrıca madem diziye bu kadar çok karşı çıkıyorsunuz , sizde kafanız da ki Kanuni modelini anlatan bir dizi yapın da izleyelim. Muhafazakar kesim olarak bütçe sıkıntınızın olduğunu hiç sanmıyorum. Diziniz nasıl hayal ediyorsanız öyle olsun. Padişah hiç cinsel ilişkiye girmesin, seferden sefere koşsun ve sürekli ibadet etsin vs. Bu arada Muhteşem Yüzyıl'ın hiç mi eleştirilecek tarafı yok? Var, olmaz mı? Öncelikle oyunculuklar tam manası ile yerine oturmamış. Kanuni'yi oynayan Halit Ergenç, bir karakter yaratamamış ve açıkçası biraz ruhsuz. Ve Hürrem'i oynayan Meryem Üzerli her ne kadar role uygun olsa da ve göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip olsa da, o da rolüne tam manası ile bürünememiş. Tabi bu oyunculukların zamanla yerine oturacağına inanıyorum. Ek olarak dönem dizisi çekmenin kimi zorlukları da dizi de maalesef mevcut. Mesela, ara sahnelerde gözüken İstanbul animasyonun kötü olması, figüranların azlığı vs. Biliyorum biraz sert ve ağır bir yazı oldu. Bu yüzden özür dilerim. Ama muhafazakar kesimden gelen birisi olarak, çuvaldızın bu konu da muhafazakar kesime şiddetli bir şekilde batırılması gerektiğine inanıyorum. Tabi, her ne kadar bu yazı da onları çok eleştirmeye vakit bulamasam da Ulusalcı kesim için de geçerli. Yazıyı, biraz klişe bir şekilde bitireceğim ama her iki kesim de lütfen empati yapmayı denesin ve ön yargılarından arınsınlar. Ve çok rica ediyorum bir filmi, diziyi izlemeden veya üzerinde fikir sahibi olmadan eleştirmeye kalkışmasınlar. Zira  kendilerini komik bir duruma sokuyorlar.

Not:  Bu yazı dizinin ilk bölümü izlenerek yazılmıştır.

Pornografinin Sanat Kabul Edilme Sorunsalı

Bilgi Üniversitesinde yaşanan son olayları duymuşsunuzdur. Bir öğrenci, bitirme tezi olarak, sınırları zorlama adına porno film çekti ve üniversitede işler karıştı. Üniversite de okuyan bir arkadaşımdan duyduğuma göre, filmi çeken öğrencinin yer aldığı bölümü kapatacaklarmış. Ne saçma bir durum! Bir öğrencinin yaptığını bütün bölüme mal etmek ahmakça. Neyse benim ilgilendiğim mevzu, okulda porno film çekilmesi ve ardından gelişen muhabbetler veya bu durumun etik olup olmadığı değil. Benim bu yazıda incelemek istediğim olay pornonun sanat olup olmadığı sorunsalı. Çünkü, olay ile ilgili tartışmaları takip ediyorum da, kendini özgürlükçü sanan birkaç tip "Porno sanattır, bu duruma saygı gösterilmeli" gibisinden laflar ediyorlar. Allah aşkına sanattan ne kadar anlıyorsunuz çok merak ediyorum? Bu tipler ya ağızlarından çıkan lafların farkında değiller ya da sanat nedir ne değildir tam olarak algılayamamışlar. Hani içlerinde, sözüm ona sanatçı kişiliğe sahip olduğunu iddia eden kişiler olmasa neyse bilmiyorlar deyip geçeceğim. Porno, sanat değildir arkadaşlar. Çünkü, pornoyu sanat kategorisine soktuğumuz anda görsel olan veya en basitinden açıklamak gerekirse, eline kamera alıp bir şey çeken herkes sanat yapmış olacaktır. Şimdi birileri kalkıp diyecek ki "İnsanı anlatan her şey sanat kategorisine sokabiliriz, ee porno da insan çiftleşmesini anlatıyor sonuçta, bu yüzden sanattır". Eee peki yarın birileri kalkıp eline kamera alsa ve dışkısını yaparken bir insanı  çekse ve kalkıp dese ki ben insan dışkısının çıkış macerasını ve insanın bu aşamada ki zorluklarını anlattım, bu yüzden sanattır dese ve eleştirmenlerden eleştirmesini isterse ne cevap vereceğiz? Yapmayın, etmeyin kendini sanatçı sanan, ama elitist zihniyetten başka bir özelliği olmayan yurdum Aydını. Pornoyu sanat kategorisine sokamayız. Çünkü porno, sizin iddia ettiğiniz gibi insanın cinselliğini anlatma derdinde olan bir şey değil. Pornonun, insanın cinsel duygularını en açık haliyle istismar etmekten ve kadını metalaştırmaktan başka herhangi bir derdi yoktur. Tabi yapımcılarına para kazandırma kısmını söylemez isek. Dünya da ki en büyük porno sektörü bilindiği üzere Amerika'da. Ve orada ki insanlar bile pornoyu sanat kategorisine koymuyorlar. Ödüllerini bile kendi aralarında dağıtıyorlar. Yanlış anlaşılmasın, pornonun sanat olmadığını belirtmem, cinsellik içeren her filmi sanat kategorisine sokmadığım manasına gelmesin. Bir yönetmen, pekala insanın cinsel yolculuğunu sanatsal yoldan anlatmayı seçebilir. Ama porno bunun yolu değildir. Mesela, usta yönetmen Stanley Kubrick'in son filmi olan Gözü Tamamen Kapalı'sını örnek alalım. Kimi sahnelerde ciddi derece de pornografiye yaklaşma durumu var. Ama Kubrick, asla bu durumu sömürü politikası haline getirmiyor veya filmini haliyle pornoya çevirmiyor. Sadece durumu anlatmak için yerinde ve gerekli bir cinselliğe yer veriyor. Bu nedenle Gözü Tamamen Kapalı, sanatsal açıdan bir başyapıttır ama porno türünde yapılan hiçbir şeyin sanatsal bir değeri yoktur. Her şeyin bir sınırı olması gerektiği gibi sanatın da bir sınırı olması gerekir. Ve sanat, aslında gören gözler için bu sınırı çoktan çizmiştir. Bu arada porno türüne savaş açmak gibi bir derdim yok. Yasalara uyduğu çerçevede herkes istediğini yapabilir, beni zerre bağlamaz. Derdim tamamen bu türün sanat kategorisine sokulamayacağını anlatmaktı. Gerçi bu durumun sanat olduğunu savunanlara bakıyorum da çok şaşırmıyorum. Mesela içlerinden biri Bedri Baykam. Hatırlanacağı üzere, kendisi bir kaç sene önce 12 yaşında iken mastürbasyon yaparak kağıt peçeteye sildiği spermlerini sergilemişti ve bu duruma sanat demişti. Yukarıda ki yazdığım insan dışkısı muhabbetini hatırlıyorsunuz değil mi??

9 Ocak 2011 Pazar

Metro 2033

Post Apocalyptic (kıyamet sonrası dünya) kurguları her zaman sevmişimdir. Neredeyse her şeyin yok olduğu bir dünya da  insanoğlunun yaşam savaşı vermesi, beni her zaman çok etkileyen bir kavram olmuştur. Konuyu bu kadar sevince, bu tür bir kurgu hangi platformda boy gösterirse hemen edinmeye çalışırım. Bilgisayar oyunu ise  (Fallout serisi) hemen oynarım, eğer film ise(Terminator serisi, Matrix, I am Legend vs) büyük keyif alarak izlerim. Tabi bu kurgu, nadiren de olsa romanda boy gösterir. Bu türün önüme gelen son örneği ise Rus yazar Dmitri Glukhovsky'nin yazdığı Metro 2033. Kitap, nükleer savaş sonrası insanların Metro'ya hapsolduğu bir dünya da geçiyor. Hikaye den spoiler vermeden dünyayı tanıtıyım; İnsanoğlu yine değişmemiş. Metro istasyonları mini devletler haline gelmiş, İdealler, dinler, sistemler bütün hızı ile varlığını sürdürüyor. İnsan duygusu denen şey, unutulmaya yüz tutmuş. Hayatta kalmanın, neredeyse tek amaç olduğu bir dünya burası. Metro 2033, Rusya'da 1 milyon kişi tarafından okunmuş, aynı zamanda 25 dile çevrilmiş bir kitap. Ayrıca aynı isimle FPS türünde bir bilgisayar oyunu da mevcut. Oyunu oynama fırsatım, maalesef henüz olmadı. Kitap 560 sayfa ve ben 197. sayfadayım. Aslında kitabı bitirmeden tanıtma işine girişmeyecektim ama kitabın akıcılığı ve yazarın hayal gücü beni çok etkiledi ve kitabı bitirdiğimde, bu görüşümün değişeceğini hiç sanmıyorum. Bu arada hikayenin Metro gibi bir yerde geçmesine şaşırabilirsiniz, şaşırmayın. Eğer Google görsellerde "Moskova Metrosu" diye aratırsanız kitapta geçen olayları hiç garipsemez siniz.  Distopyaları sevenler, özellikle benim gibi Post Apocalyptic kurguyu sevenler hiç kaçırmasın.

6 Ocak 2011 Perşembe

Vizyona Girenler..

Merak etmeyin, bu hafta vizyona giren bütün filmler hakkında bir yazı yazmayacağım. Bu hafta, sadece 2 film dikkatimi çekti. "Hür Adam" ve "Eyvah Eyvah 2". Her iki filmi de izleyeceğim. "Eyvah Eyvah 2" nin üzerine söylenecek pek bir şey yok. İlk film gayet başarılıydı ve amacını fazlasıyla yerine getiriyordu. Eleştirmenleri ve seyirciyi tatmin etmişti. Gazetelerden takip ettiğim kadarıyla, 2. filminde en az ilki kadar başarılı bir film olduğu söyleniyor. Filmin senaryosunu yine Ata Demirer yazmış ve ilk filmin yönetmeni Hakan Algül yönetmiş. Başrollerde yine Ata Demirer ve Demet Akbağ var. Doya doya gülmek için sabırsızlanıyorum...
Benim asıl üzerinde durmak istediğim ise eski yapımcı Mehmet Tanrısever'in yönettiği "Hür Adam" filmi. Çünkü bildiğiniz gibi, ilk defa bir film gösterime girmeden hakkında suç duyurusu yapıldı ve savcılık soruşturma başlattı. Bu duruma pek girmek istemiyorum ama film daha gösterime girmeden suç duyurusunda bulunulmasının, ülkemizde ki sansürcü zihniyetin ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğinin bir kanıtı. Neyse "Hür Adam" bilindiği üzere, Cumhuriyet Tarihimizde önemli ve tartışmalı bir yeri olan  Bediüzzaman (zamanın en iyisi) lakaplı Said-i Nursi'nin hayat hikayesini anlatıyor. Filmin yönetmeni Mehmet Tanrısever, geçenlerde "5N1K" ya konuk oldu ve gayet dobra bir şekilde filmi propaganda amaçlı çektiğini söyledi. Yakın zamanda, amacını bu kadar açık eden başka bir sinemacı hatırlamıyorum. Amacını bu kadar açık etmesi, ister istemez takdirimi kazanmasını sağladı. Ancak filmin amacının propaganda olması, sinemasal öğeleri hayli zedeleyecektir. Çünkü sinema tarihi, böyle başarısız filmler ile dolu. Her şeye rağmen, filmin fragmanı hayli iyi. Ayrıca Said-i Nursi'nin hayat hikayesi benim her zaman ilgimi çekmiştir. Şöyle ki, her ne kadar Said-i Nursi'nin zamanının en iyisi olup olmadığını bilemesem de,  kendisinin bir dava adamı ve idealist bir insan olduğunu söyleyebilirim. Ek olarak günümüzde var olan birçok cemaatinde var olma sebeplerinden birinin Said-i Nursi olduğunu herhalde belirtmeme gerek yok. Bu yüzden "Hür Adam" her şekilde ilgimi çekiyor.

Filmlerin Fragmanları ; 

Hür Adam



Eyvah Eyvah 2





4 Ocak 2011 Salı

Guide us to the end of time...


Terrence Malick, sinema tarihinin en acayip yönetmenlerinden birisi olsa gerek. Neden mi? Kendisinin 40 yılı aşkın bir sinema kariyeri var ve sadece dört tane uzun metraj çekmiş durumda. Çünkü Mallick, çok uzun aralıklarla film çeken bir yönetmen. Ayrıca özel hayatı konusunda son derece hassas. Örneğin hiçbir zaman, kimseye röportaj vermiyor. Özel hayatını  ise büyük bir gizlilikle geçiriyor. İnternet'in bile bulmakta zorlandığı bir adam Mallick. Her ne kadar sinema otoriteleri tarafından, 4 tane kusursuz film çektiği söylense de, yönetmenle ilk tanışmam çok iyi geçmemişti. Yeni Dünya ismi ile gösterime giren "The New World" benim gibi bir sinema delisine bile, çok ağır ve zorlayıcı bir sinema deneyimi yaşatmıştı. Bütün bu zorlayıcı deneyime rağmen,  "The New World" de ki görselliğin kusursuzluğu halen hafızamdadır. Yani herşeye rağmen Mallick, izlenmesi kolay olmayan bir sinemaya sahip olsa da takip edilmesi gereken bir yönetmen. Yukarıda fragmanını paylaştığım ise, Terrence Malick'in "The Tree of Life" isminde ki 5. filmi ve başrollerde Brad Pitt ve Sean Penn gibi usta oyuncular var. Fragmanı gördükten sonra, beni uzun zamandır bu kadar heyecanlandıran ve meraklandıran bir film fragmanı olmamıştı. Fragman beni o kadar etkiledi ki, en yakın zamanda Terrence Malick'in başyapıtı olarak kabul edilen "İnce Kırmızı Hat" ı izlemeye karar verdim. Fragmandan anladığım kadarıyla Terrence Malick, seyircisini varoluşsal sorgulamalara doğru bir yolculuğa çıkartacak gibi gözüküyor... Guide us to the end of time..

2 Ocak 2011 Pazar

ANİME

Hayatımın hangi bölümünde her şeyi ertelemeyi kendime alışkanlık edindim bilemiyorum ama hayatta en fazla yaptığım bir şey varsa o da yapacağım işleri ertelemek. "Ha yarın, ha bugün" derken aradan haftalar geçiyor, iş işten geçiyor ve geçen haftalarda da hiçbir şey yapmamış oluyorsunuz. Güya bu yazıyı, dizi tanıtımı yaptığım gün yazacaktım ki, aradan bilmem kaç gün geçmiş. Neyse herkese iyi seneler diliyorum ve 2011 de bu alışkanlığımı bırakmaya niyetlenerek Anime tanıtımına başlıyorum. Öncelikle Anime'nin tanıtımından biraz bahsedeyim; Anime, Japonca da animasyon anlamını taşıyan bir kelime. Genelde, Japon çizgi romanları olan Mangaların, televizyona veya sinemaya uyarlanmış ve haliyle hareketlendirilmiş haline Anime denilmektedir. Animeleri, klasik animasyonlardan ayıran özellikler ise, Animelerde ki karakterler, düşük bütçe ve zamandan dolayı daha az hareket edermiş gibi gözükürler. Animasyonda ise karakter vurgusu ve hareketlilik daha önemlidir. Ayrıca daha az hareket olduğu için, Anime sanatçıları ilgi çekmenin yolunu bulmak zorunda idi. Bu yüzden işin felsefe kısmına da eğildiler. Bir çok Anime de, ortada sağlam bir tema bulunur ve bu tema sorgulanır ve bir çok karakterin hayata bakış açısı izleyiciye sunulur.  Bu sebeple bir çok Anime yetişkinlere yöneliktir. Animasyonlar ise hemen hepsi, çocuklara ve türün meraklılarına hitap eder. Ayrıca Japonların neredeyse hastalıklı ve olağanüstü hayal güçleri de, genelde Amerikalıların yaptığı animasyonlardan çok daha yaratıcı ve ilginç. Bu dediklerime ek olarak, yapılan Animelerin neredeyse tamamı, animasyonların aksine, Mangalardan uyarlanmış durumda.  Aslında, benim kuşağımda ki hemen herkes, çocukluğunda Anime izlemiştir ama onun Anime olduğunun farkında değildir. Size, ülkemizde "Küçük Golcü" ismi ile Kanal D'de gösterilen Kaptan Tsubasa bir Animedir desem veya meşhur "Kartal Vuruşu" olan Benjamin' de bir Anime desem, olayı anlayacaksınızdır. Bu arada yıllardır yanlış bilinen bir muhabbete de açıklık getiriyim, her ne kadar bir çok kişi "Kartal Vuruşu" muhabbetinin Tsubasa'da olduğunu sansa da aslında değil. O olay Benjamin denen Anime de oluyordu ama her iki Anime de futbol konulu olduğu için herkes bu iki Animeyi birbirine karıştırıyor. Aklınıza gelen çocukluğunuzun Japon çizgi filmleri, hepsi birer Animedir. Pokemon, Beyblade, Voltran, Kızıl Baron ve diğerleri. Ben bugün tabi ki bu saydıklarımı tanıtmayacağım, çünkü hepinizin az çok bunları bildiğinizi varsayıyorum. Ben bu yazıyı, Anime kültürüne sadece Türk Televizyonlarından aşina olanlar için yazıyorum. Onlarda yeni Anime serileri ile tanışsınlar diye yani. Tanıtıma geçmeden önce Animeleri nereden izleyebileceğinizi de söyleyeyim, bir çok popüler Anime, dizi izlenen sitelerden bulunuyor. Google'dan rahatlıkla bulabilirsiniz yani. Eğer benim gibi download yapıp rahat rahat izlemek istiyorsanız warez.bb.org sitesini tavsiye ederim. Bu arada belirtiyim, Animeler, haliyle Japonya'da yapıldığı için bir çoğu Japonca. Tabi aşağıda tanıtacağım Animeler, popüler oldukları için İngilizce versiyonlarını bulabilirsiniz. Tabi orjinal dilinde izlemek istiyorsanız ayrı. Altyazılarını, altyazı sitelerinden temin edebilirsiniz. Aşağı da tanıtacağım serilerin hepsinin altyazısı bulunmakta. Tabi bazıları hayranların çevirisi olduğu için, kötü olsa da, ortalama bir İngilizce ile(eğer İngilizce versiyon ise tabi) anlayabileceğinizi sanıyorum. Neyse lafı çok uzattık yine, tanıtıma başlayalım.

Fullmetal Alchemist: Kesinlikle listemin başında duruyor. Zaten Japonya'da çıktığı yıl " En iyi Anime" ödülünü almış ve  yapılan en iyi Anime anketlerinde her daim üst sıralarda kendine yer etmiş bir seri. Anime 2 seriden oluşmakta. 2003 de çekilen ilk seri toplam 51 bölüm ve bir film olarak yayınlandı. İlk seride yapımcı şirket, Manga'yı birebir takip etmedi ve hikayeyi hayli değiştirdi. Açıkçası bu durum Manga hayranlarını da mutlu etti. Daha sonra 2009 yılında yapımcı şirket, seriyi yeniden ele aldı ve Fullmetal Alchemist: Brotherhood isminde yayına soktu. Bu seri ise büyük oranda Manga'ya sadık kaldı. ( bazı kısımlar atlansa da serinin tamamı Manga ile aynıydı. Hikayenin finali dahil.) İkinci seri ise 62 bölümden oluşuyor ve bence ilk seriden kat be kat daha iyi. Hikaye 20. yüzyılın başlarında alternatif bir evrende, Amestris isminde bir ülke de geçmekte ve bu dünya da simya bilimi inanılmaz derece de gelişmiştir. Simyacılar adeta bu dünyanın büyücüleridir. Müthiş bir maceranın anlatıldığı hikayede Edward Eldric ve Alponse Eldric kardeşlerin hüzünlü ve bir o kadar da heyecanlı hikayesi anlatılıyor. Anime olayına girişmek için tam bir biçilmiş kaftan.


Death Note: Türkiye'de ki en popüler Animeler'den biridir. Ve Anime olayına Death Note ile başlanmışsa kesinlikle şöyle yorumlar duyacaksınız " Vay olm bu Japonlar ne manyak adamlar, ne biçim şey yapmışlar anasını satıyım". Her ne kadar, kendini Anime kaşarı olarak gören insanlar tarafından ortalama bir Anime olarak görülse de, bence çok güzel bir Anime. Son 10 bölümde hikaye biraz ivme kaybedip, tökezlemeye başlasa da, seyredilmesi gereken bir seri. Seri 37 bölümden oluşuyor. Hikayesi ise hayli ilginç ; Bir ölüm meleği ( Japonca da ki ismi ile Shinigami)  namı değer Ölüm Defterini (Death Note) canı sıkıldığından ölümlüler dünyasına yani bizim dünyamıza atar. Light Yagami isminde ki genç ve olağanüstü bir zekaya sahip olan  Lise öğrenci ise bu defteri bulur ve Dünya'da suç işleyen kim varsa öldürmeye yemin ederek, yeni ve suçtan arındırılmış bir dünya yaratmaya çalışır. Ölüm Defteri'nin özelliği, ismi yazılan kişinin, eğer bir neden yazılmaz ise, bir kaç dakika içinde kalp krizinden ölmesi. Suçluların teker teker öldürülmesinden dolayı, İnterpol işe el atar ve Dünya da ki bir numaralı dedektif olan L  lakaplı kişiye başvurur. L ve Light Yagami artık karşı karşıyadır ve seri boyunca bu iki muhteşem zekanın kapışmasını izleriz. Serinin diğer bir güzel özelliği ise adalet anlayışını masaya yatırması ve adaleti etiksel manada incelemesi diyebiliriz.

Neon Genesis Evangelion: Anime üzerine azıcık araştırma yapan kişi, kesinlikle Neon Genesis ile karşılaşır. Çünkü bu Anime tüm zamanların en beğenilen Animelerinden biridir. Bu olay, sanatsal Anime kabul edilmesinde yatıyor. Açıkçası o kadar övülmesine rağmen, bir türlü beğenemedim. Ve çok ta tavsiye etmem ama Anime olayına merak saran birisi kesinlikle izlemesi gerekir diye düşünüyorum. Neden beğenmediğim konusunu uzun bir şekilde, burada kritik edecek değilim. Zira çok uzun bir eleştiri yazısı olur. Tek söyleyebileceğim, kesinlikle haddinden fazla abartılmış bir Anime. Seri 26 bölüm, ekstra filmler ve alternatif sonlardan oluşuyor.
Sadece Anime meraklılarına tavsiye edilir. Ayrıca Anime içerdiği şiddet ve cinsellik içeriğinden dolayı 18+ izleyici kitlesine hitap ediyor. Konusu her ne kadar ilgi çekici olsa da bence çok iyi işlenmemiş ama konuyu yazalım yine de;Yıl 2015, dünya büyük bir nükleer felaketten sonra toparlanmaya çalışmakta. Fakat Birleşmiş Milletler'e bağlı gizli ve özel bir organizasyon olan NERV'ün başka hedefleri var. Kadim metinlerde anlatılmış olan 'Angel'ların dünyaya gelişine hazırlanıyorlar. NERV'ün başkanı Gendo Ikari, yıllardır ayrı yaşadığı 14 yaşındaki oğlu Shinji'yi aniden Tokyo-3 şehrine çağırır. Niye çağırıldığını anlayamayan Shinji, Tokyo-3'e gelir gelmez şehre saldırmakta olan devasa bir Angel ve ardından NERV'in merkez üssünde babası ile karşılaşır.

Shinji daha bunların şokunu üstünden atamadan, Gendo Ikari oğluna, Shinji'in hayatında ilk kez gördüğü dev ve korkutucu bir mecha'ya girip üsse saldıran Angel'la savaşmasını emreder. Shinji başta reddetse bile, bunu yapmaya zorunlu kalacak ve hayatı asla eskisi gibi olmayacaktır... 




Elfen Lied: Son derece değişik bir Anime. Şiddeti ve cinselliği biraz gereksiz yere kullansa da izlenmesi gerekir diye düşünüyorum. Zaten 13 bölümden oluşuyor. Bir gününüzü bile almaz bitirmesi. Konusu ise şöyle ; Evrimin son halkası olan Lucy kafasındaki boynuzlardan dolayı çocukken aşağılanır.Yalnız bu boynuzların bir özelliği vardır. O da sırtından çıkan görünmez kolları kontrol etmesine yaramaktadır. Aşağılandığı için dünyaya karşı büyük bir nefret besler ve bu gücünü intikam almak için kullanmaya başlar ve olaylar gelişir. Anime'nin son derece karamsar ve depresif bir havası olduğunu söylemeliyim. Kesinlikle depresyonda olan veya bir üzüntüsü olan kişi izlememeli. Evet Elfen Lied, insanı o kadar göçertiyor. Ayrıca 18+ olduğunu da belirtelim.


Code Geass: İzlediğim son Anime. Ve en fazla keyif aldıklarımın başında geliyor. Hele ki Death Note'u izleyenler kesinlikle kaçırmamalı. Seyircisini sürekli şaşırtan ve heyecan dozunu sürekli yüksek tutan bir seri. Tabi arada ki bir sürü komikliğin de olduğunu belirtmem lazım. Zaten Anime'ler komedi ve acayip durumları olmazsa eksik olurlar. Konusundan bahsetmek gerekirse ki çok güzel bir konusu var; 10 Ağustos 2010'da, Britanya imparatorluğu Japonya'ya savaş açar. Japonya, Britanya İmparatorluğu'nun en yeni silahı olan "Knightmare Frame"e karşı hiçbir şey yapamaz ve istila edilir. Japonya’nın adı “Alan 11” olarak değiştirilir ve vatandaşlarına da "11'ler" adı verilir. Japonya'da yaşayan Britanyalı Lelouch, Britanya’yı yok edeceğine yemin eder.

Savaştan yedi yıl sonra; Lelouch lisede okumaktadır. İçinde askeri bir sır barındıran kamyonu çalan teröristler yoldan çıkarlar. Lelouch, kontrol etmek için kamyonun yanına gider. Duyduğu ses yüzünden içine bakmak ister ama içeride mahsur kalır. Kamyon tekrar hareketlenir, üstelik peşlerinde Britanya özel kuvvetleri vardır. Teröristlerden Karen, Nightmare olarak adlandırılan dev robot ile karşı saldırıya geçer. Kaçmayı başaramayan Lelouch kamyonun içerisinde yakalanır. Onu yakalayan çocukluk arkadaşı Suzaku’dur. Bu sırada kapalı olan bölme açılır ve içinden esrarengiz bir kız çıkar. Bu sırada olay yerine gelen Britanya askerleri Lelouch ve kızı yakalar. Leouch'un vurulmasına engel olmak isteyen Suzaku, Britanya askerleri tarafından vurulur. Lelouch’un öldürülmesine engel olmak isteyen kız da vurulur, ölmeden önce Lelouch’a özel bir güç “GEASS” verir. Lelouch, bu gücü Britanya İmparatorluğunu yok etmek için kullanmaya karar verir. Serinin şu ana kadar, toplamda 50 bölümden oluşan 2 sezonu yayınlandı ve 3. sezonu geçtiğimiz aylarda duyuruldu. Tabi 3. sezonun ne zaman çıkacağı bilinmiyor.